Perşembe, Kasım 09, 2006

İflah olmaz duvar kankası Banksy!






Yakalanma korkusunun ortaya çıkardığı adrenalin, şehrin gri ve sönük duvarlarını “özgürce” renklendirmenin ve sanatını açık alanda yüz binlerle paylaşmanın verdiği haz, pipolu ressam pozlarına girmeden sokak sanatı icra etmenin gururu… Ebeveynler her ne kadar “serserilik” olarak nitelendirse de günümüzde graffiti bir sanat akımı olarak kabul ediliyor. 1970’li yıllarda belirgin olarak ortaya çıkan bu duvar süsleme sanatı hala pek çok ülkede illegal olarak kabul edilse de, ruhunu duvarlara teslim eden özgür gençlerle baş edemeyen bazı belediyeler tarafından yavaş yavaş kabul görmeye başladı. Hatta ülkemizde bile graffiti sanatçılarına para verip şehrin sokaklarını şenlendiren belediyelere rastlamak mümkün.

Şimdilerde hip hop müziğiyle ve bol pantolon giyip ters şapka takan gençlerle özdeşleşen
graffiti sanatı kendi kahramanlarını yaratmayı başardı. On binlerce yıl önce mağara duvarlarına bizon resmi çizen graffitinin atalarını saymazsak, bugün ilk akla gelen “illegal” kahraman Banksy.

Kendisini gerilla sanatı yapan bir ‘anti’ olarak nitelendirmemiz yanlış olmaz. O, her ne kadar bir anti-kahraman olmayı tercih edip hiç ortalarda görünmese de, günümüzde özellikle gençler arasında bir kahraman haline gelmekten kurtulamadı. Bir yandan gaz maskeleriyle pozlar verip yüzünü, ismini, cismini saklamaya devam ederken, öte yandan hemen her gün bir gazetenin manşetini süslemekten de geri kalmıyor.

Gizem her zaman merak uyandırırmış. Tarih öncesi mağara resimlerinin sergilendiği bir sergide eserlerin orijinalleri yerine kendi eserlerini koyan, süpermarket arabası kullanan bir mağara adamı çizen, şımarık popçu Paris Hilton’un CD’lerini kendi korsan CD’leriyle değiştiren, Filistin ve İsrail’i ayıran duvarın üzerine protesto etmek amacıyla deniz manzaralı graffitiler çizen, CIA tarafından tehdit edildiğini iddia eden, İngiltere sokaklarını bezeyen 300 küsur graffitisi yetmezmiş gibi dünyanın birçok ülkesinin duvarlarında izini bırakan bu esrarlı adam kim?

Büyük olasılıkla kendisini tanımanın, eserlerini anlamaktan geçtiğini düşünen bu yeni yüzyıl dehasına kulak verelim. Madem şimdilik ismi bir muamma, biz de onun neler yaptığına bakalım ve hayret etmeye devam edelim. Her şeyden önce, şehrin duvarlarına şablonlar kullanarak birbirinden etkileyici çizimler ortaya çıkarmanın kahramanlık olarak nitelendirilmesini tuhaf karşılayabilirsiniz. Bu durumda size karşı iki teşhis koyabiliriz. Ya graffiti yapmanın ne kadar tehlikeli bir iş olduğundan haberiniz yok ya da çok kıskançsınız!

Sonuçta özel ya da kamu mülkiyetine ait olan duvarlara yapılan graffitiler söz konusu. Risk burada başlıyor. Bu duvarlar, graffiti savaşçılarının babasının malı değil, dolayısıyla kanunlar burada devreye giriyor ve ne kadar güzel olursa olsun duvarları konuşturmayı yasaklıyor. Söz konusu olan kişi Banksy olunca, tehdit ikiye katlanıyor. Çünkü o, bu duvarlara Mickey Mouse çizmiyor. Kimi zaman gözleri kapalı tutkuyla öpüşen Bush ve Saddam Hüseyin’i resmediyor kimi zaman elinde taş yerine bir buket çiçek fırlatan bir protestocuyu… Dolayısıyla onun eserleri renkli, estetik ve esprili olduğu kadar kimileri için oldukça rahatsız edici.

Dünyanın önde gelen müzelerine elini kolunu sallayarak girip orijinal sanat eserleri yerine kendi eserlerini koyan bu gözü kara adama “gerilla” denmesi de buradan kaynaklanıyor. Ama aklınıza yüzü kırmızı maskeli, elinde bomba olan gerillalar gelmesin. Onun maskesi bir maymun suratından oluşuyor ve elinde de genellikle şablonları oluyor. Buna rağmen girip de çıkamayacağı bir yer olmaması kendisine duyulan hayranlığı artırıyor.

Banksy’nin en büyük derdi savaşlar ve tüketim toplumuyla ilgili. İngiltere’de işlek bir caddenin duvarında polis memurlarını öpüştürmesi de tıpkı elinde çiçek fırlatan protestocu gibi şiddet karşıtlığı özleminin bir yansıması. Barışa dair en büyük eseri ise bugün savaşla anılan Ortadoğu topraklarında. Filistinlilerin karşı çıkmasına rağmen, Berlin’deki yıkılan “utanç” duvarının neredeyse 10 katı büyüklüğünde bir duvarın İsrail-Filistin sınırına inşa edilmesi Banksy’yi de rahatsız etmiş. O ilk defa kendisi için tuval olan bir duvarın yapımına karşı. Elbette protestosunu da kendi diliyle gerçekleştiriyor. Elinde uçan balonlar olan bir kız çocuğu, duvarın “öte” yanına geçebilmeyi simgeliyor. Duvarın “öte” tarafındakilere, her zaman gördükleri şehir yerine bir dağ manzarası sunuyor.

Banksy’nin en çok konuşulan eserleri arasında yer alan bu çalışmalar sırasında, Filistinli yaşlı bir adamla arasında geçen diyalog da ilginç. Banksy, duvardaki manzara çalışmasını bitirdikten sonra yanına yaşlı bir adam gelir ve duvarı çok güzel yaptığını söyler. Bunu övgü olarak algılayan Banksy de ona teşekkür eder. Oysa yaşlı amcanın derdi başkadır ve çok da nettir: “Ama biz duvarın güzelleşmesini istemiyoruz ki, hiç olmasın istiyoruz.”

Kahramanımızın son bombası ise gerçekten takdir edilmeyecek gibi değil ve direkt tüketim çılgınlığının sembolünü hedef alıyor. İngiltere’nin beş büyük müzik mağazasına girerek, çiçeği burnunda şarkıcı Paris Hilton’un CD’lerini kendi hazırladığı CD’lerle ustalıkla değiştiriyor. Elbette kapakta yine Paris’in şuh fotoğrafı var ama Banksy’nin ince zekasından nasiplenmiş bir şekilde. CD’yi satın alan Paris hayranlarını ise bir sürpriz bekliyor: Banksy’nin hazırladığı şarkılar! Evet, özellikle “Ben ne iş yaparım?” adlı şarkı, bizim şımarık sosyete kızını anlatmak için ideal bir parça. Elbetteki bu büyük “saldırı” karşısında manşetler bir kez daha Banksy ile süsleniyor: “Esrarengiz graffiti gerillası bu kez Paris’i hedef aldı!”

Görünen o ki; isminin popüler olmasını istemeyen Banksy gerçek kimliğini sakladıkça, hayranları her geçen gün artmaya devam edecek. Duvarlarda görülen espirili, sivri ve düşündürücü her resim karşısında heyecanlanılıp “Banksy bizim mahalleye de uğramış” diye şehir efsaneleri yaratılacak. Küçük çocuklar geceleri evlerinin karşısındaki duvarı gözetleyip bu gizemli adamı bekleyecek ve büyüyünce graffitici olmak isteyecek. Şimdi duvar ve sprey ikilisini yasaklayan otoriteler, yarın onun eserlerini baş tacı edecek ve dünyanın tüm şehirleri Banksy Açıkhava Müzesi’ne dönüşecek. Demedi demeyin…

Whop

Pazartesi, Ekim 09, 2006

Brecht'in punk'çi torunlari



‘’BOY MEETS GIRL, SO WHAT?’’ Brecht
Bu hikayeyi siz tamamlayacaksınız. Çünkü bu kabarenin bir parçasısınız.

1898 yılında Bavyera’nın Augsburg kentinde doğan bir adam, ölümünden 44 yıl sonra, 2000 yılında Boston’da bir punk kabare grubunun kurulmasına neden olacağını bilemezdi tabi.

Hani bir zamanlar dikdörtgen kafalı bir adamla, uzun siyah saçlarının arasında beyaz meçi olan karısının olduğu bir dizi vardı. Bunların yine kendileri gibi tuhaf iki çocuğu vardı. Karanlık, büyülü ve her daim tavandan örümcek ağlarının sarktığı bir ev. Oğlan çocukları değil ama pudralı suratlı büyük kızları böyle tuhaf bir ürperti uyandırırdı. Tanrım adı neydi, neydi? Her neyse, bizim bu Boston’lu deli fişek grup da işte tam bu dizideki gibi. Atmosfer 1920’li yıllara ait. Elemanların giysileri sanırsınız ki bu diziden esinlenmiş. Enine çizgili siyah-beyaz uzun çoraplar, her daim pudralı bir surat, takım elbiseyi tamamlayan silindir bir şapka. Bu karakterleri alın, Adams Ailesi’nin içine koyun. Dizinin adını da çıkardık böylece.

Piyanist, solist ve şair (söz yazarı demek hafif kaçar, o parçalar ancak uçuk bir şairin elinden çıkabilir) Amanda Palmer ve davulcu Brian Viglione’un bir araya gelmesiyle kurulan iki kişilik orkestra Dresden Dolls, yeni albümlerini yayınlamanın hazırlığı içinde. Biz de bunu bahane ederek onların yaptığı müziği tanımlamak gibi bir işe cüret etmeyeceğiz. Kızarlar. Bugüne kadar bunu yapmaya kalkan herkese kızmışlar çünkü. Bu konuda kimseye tavizleri yok. Bizim de amacımız onları kategorize etmeye kalkmak değil.

Yıl 2000. Ortalıkta tonlarca müzik yapan adam var. Rock grupları müzik kanallarını ele geçirmiş. Çeşitli müzik türleri birbirleriyle flört ediyor. Ama herkesin amacı nihai olarak aynı: Bu müzik kanallarında yer edinmek, çok satmak, daha çok satmak… Bunun için de en kolay yol her zaman pop müziğin kıçını yalamak. Bu altın kurala uyanların kimisi başarılı oluyor, kimi arada kaynıyor gidiyor. Yalnız müzik piyasası dünyanın her tarafında hızla akıp giderken, Boston’da bir çocuk katıldığı ev partilerinin birinde bir kızla karşılaşıyor. Kız bir yandan piyano çalıyor, bir yandan şarkı söylüyor. O anda çocuğun aklından şu cümle geçiyor:’’Oh my God!’’

Herkesin içinde böyle bir his vardır. Sanırsınız ki Tanrı’nın sizin için yarattığı kişi, şu an dünyanın her hangi bir yerinde sizin onu keşfetmenizi bekliyor. Sizin varlığınızda habersizce yediği yemeğin üzerine geğiriyor ya da başka bir şey…Umudunuzu yitirmeyin;Eninde sonunda onu bulacaksınız. Yalan! Öyle bir çift bir taneydi. Onlar da birbirlerini buldular! Evet, işte Brian ve Amanda’nın hikayesi böyle başlıyor. Amanda kendinden geçmiş bir vaziyette şarkılarını söylerken, Brian da aynı yoğunluğu hissediyor. Oğlan, ilk görüşte aradığın insanın ‘’o’’ olduğunu anlamanın verdiği emin duyguyla kızın yanına gidiyor. ‘’Müzikal ruh eşini buldun!’’

Amanda, hayat yarışında Brian’dan dört yıl önde gidiyor. Dolayısıyla bir abla olarak, Brian’ı Boston’un yer altı çevrelerine sokma görevi onun. Bakalım o dönemde bu çevrelerde kimler var: Film yapımcısı Michael Pope, sonradan grubun videolarına imza atıyor; komedyen Zea Baker, şimdilerde grubun sahne ve kostüm tasarımcısı ve The Martin Brothers, Dresden Dolls’un ödüllü sitesinin tasarlayıcısı tasarımcı kardeşler. Öte yandan kimselerin haberi olmasa da Boston’da müzik adına güzel işlerin döndüğü bir dönem. İşte böyle bir ortamda müziklerinin temellerini atan Amanda ve Brian kısa sürede Boston’nun en dikkat çeken grubu haline geliyor. Palmer’in ayaklarıyla piyano çalmayı başararak aşmış adamlar arasında yerini alan Jerry Lee Lewis’i andıran piyano çalış tekniği, Brian’ın yumuşak davul ritimleriyle birleşiyor. Alıştığınız üzere gitar, synth, bas ya da her hangi başka bir müzik aleti yok. Ama sürekli değişen ve hatta adeta çağlayan vokal ve yanar döner piyano ritimleri başka da bir alet aratmıyor. Nasıl ki şimdilerde Sex Pistols ya da The Beatles’dan çığır açan gruplar olarak söz ediliyorsa, bugünün müzikal tarihinin yazılacağı zaman da Dresde Dolls’dan öyle bahsedileceğine eminiz. Bunda sadece müzik tarzları değil, tamamı Plamer’e ait traji-komik sözlerin de etkisi olacak.

Müzik eleştirmenlerinin en büyük hevesi Dresden Dolls’u belli bir müzikal kalıba sokmak ya da yaptıkları her neyse ona bir isim bulmak. Bu işe kalkışmış epeyce çevre gruba bolca sıfat vermiş. Pop, punk, rock, pop-punk, rock-caz, acayip, tuhaf, terbiyesiz müzik vs. bunlardan bazıları. Ama bunca zahmet boşuna. Onlar zaten ‘’üreten bizsek, ismini koyan da biz olacağız.’’ diyerek kendileri yaptıkları müziğin adını koymuşlar: Brecht’ci Punk Kabare. Brecht’e yazının ilk başında değinmiştik. Bugüne kadar Epik Tiyatro’nun babası olarak bilinirdi. Ama artık bilmeden Brecht’ci Punk Kabare’nin de esin babası oldu. Zira, o olmasaydı Dresden Dolls olmayacaktı.

Brecht’e göre tiyatro izleyicinin ilgisini çekmeliydi. İzleyici, sadece izleyen değil, aynı zamanda oyunu oynayan olmalıydı. Tüm bunlar sadece bir oyun! Sadece bir oyun… Dresden Dolls da sahne performanslarında korku, şüphe ve derin acılar barındıran ama bunlara rağmen eğlence dolu şovlar sergileyerek Brecht’i selamlıyor. Kabareleri ve ironik şovları alışılagelen sahne kalıplarını kırıyor. Sahneye çıktıklarında Brian her zaman Amanda’nın piyanoya vuruşunu bekliyor. Sonra parçaya giriyor. Arada yine duruyor, yine devam. Sonra komedi, ardından drama. İzleyiciyi de tiyatral şovlarının içine sokuyorlar. Başta kendileri olmak üzere, maskara yapamayacakları kimse yok. İnsan en çok kendi acısıyla dalga geçerken eğlenirmiş. Dresden Dolls da bunu tembihliyor.

Almanya ve 2. Dünya Savaşı’yla büyük derdi olan Brecht gibi onlar da o yılların Almanya’sına takık durumdalar. Zaten isimleri de 2. Dünya Savaşı’nda bombalanan Alman şehirlerinden biri olan Dresden’in ünlü porselen bebeklerinden geliyor. Porselen bebekler onlar için savaşın ortasındaki masumiyeti çağrıştırıyor. Hatta bazı parçalarında, o dönemde yaşanan tecavüzleri tahrikkar bir tonla dinleyicinin kulağına fısıldıyorlar.

Tabii başka dertleri de var. Özellikle samimiyetsiz ve çürümüş manita ilişkileri ilgilendikleri başlıca konu. Ama bunu yaparken de ayıplama falan yok. Adeta günah çıkarma var. Çünkü kendilerinin de çok temiz olmadığı ortada. Sokaktaki sinir sahibi ve tikli insanların sesi Dresden Dolls. Tüm parçaların söz yazarı Amanda şarkıları için şunları söylüyor: ‘’Gerçek dünyanın bize ne yaptığının çok da farkında değiliz. Ama müzik bunu idrak etmenin iyi bir yolu. Biz şarkılarımızda bizi dinleyenler ne yaşıyorsa onu anlatıyoruz: Aşk, acı, korku ve çocukluk…’’ Dresden Dolls, kimisi için, sahnede çıplak kalıp, tiyatro yapan iki oyuncu kimisi için de çok daha fazlası. Ama caz, rock ve punk türlerini kabareyle harmanlayan grubu müzikal devrim olarak adlandırmak abartı olmaz.

Bu kadar bahsettik. Sadede gelelim. Hole ve Radiohead’in prodüktörü olarak nam salan Sean Slade ve Paul Kolderie tarafından kaydedilen yeni Dresden Dolls albümü ‘’Yes! Virginia’’ 18 Nisan’da piyasada olacak. Hemen ardından onları geniş kapsamlı bir Avrupa turnesi bekliyor. Almanya’ya uğradıklarında Amanda belki bir zamanlar içinde olduğu avant-garde tiyatro topluluklarının içine girecek. Hem müzikal hem tiyatral anlamda methiyeler dizdiğimiz grubun başarısının asıl nedeni yenilikçi olmaları mı? Belki de. Ama bir çift çorap ya da reçelli muhallebi kadar birbirlerini tamamlıyor olmalarının da etkisi büyük.

basatap

Cuma, Eylül 22, 2006

Microdalga Fırın, Çim Biçme Makinesi ve Goldfrapp




Britanya Adası’nın şehir dışında, yeşillikler içindeki bir kulübesinden yükselen müzik sesleri nasıl olur sizce? Bir peri kızının lir çalmasını mı arzu edersiniz yoksa gayda sesleri mi? Tabii kulübe dediysek Heidi’nin dedesiyle birlikte önünde keçi otlattığı bir köy kulübesi düşünmeyin. İçerisi sizi yanıltır. Synthzerlar başta olmak üzere çağın manyetik seslerini içinde barındıran tüm aletler bu çatı altında. Berlin’in kaotik atmosferinin tersine büyük bir parti için ideal bir kır evi. Buradan yükselen çığlıklar ve erotik soundlar ise Goldfrapp’a ait.

Alison Goldfrapp ve Will Gregory ikilisi “Supernature” adlı albümlerini çıkaralı yine epey bir zaman oldu. Hatta İngiltere’nin medahar-ı iftiharı Coldplay’le birlikte çıktıkları 18 konserlik Avrupa turnesini de tamamladılar. Eski yılın son günlerinde Alison Goldfrapp, Madonna’ya sövmesiyle gündemdeydi. Madonna’yı son albümünde taklitçilikle ve hatta kati hırsızlıkla suçlayan Alison’un gözden kaçırdığı bir şey vardı: Stuart Price! Bu ay içinde İstanbul’a uğrayıp bir konser verecek olan Zoot Woman’ın has adamı olan Price, Madonna’nın tepeden bakan son albümü “Confessions On A Dance Flor”un prodüktörü olduğu kadar, Goldfrapp’ın aşağı yukarı Madonna’yla aynı dönemde çıkardıkları “Supernature” albümünün de prodüktörü. Haliyle iki albüm arasında Alison’un bahsettiği gibi bir benzerlik varsa bunun kabahatini Madonna’da değil Stuart Price’da aramak gerekli.

Neyse, dedikoduyu bırakıp ciddi konulara dönelim. Goldfrapp’ın müzikal yolculuğu 2000 tarihli “Felt Mountain” albümleriyle başladı. Kimileri için bu bazı grupların ilk albümlerinde yakaladıkları bir şanstı ve bu şans yüze bir kez gülerdi, kimine göre ise Goldfrapp daha iyisini yapabilirdi. Aslına bakarsanız bugüne kadar yayınladıkları üç albüm de birbirinden çok farklı. O nedenle hangisi daha iyi diye bir kıyaslamaya gitmek günah olmasa da mekruh sayılabilir.

İkilinin birliktelikleri ise çok eskilere dayanmıyor. Bir araya gelip de yıllarca müzik yaptıktan sonra güç bela bir albüm çıkaranlardan değil onlar. Sene 1999. İlk karşılaşma. Derin bir sessizlik. Şüpheci bakışlar ve karşısındakinin davranışlarını kodlayan iki farklı beyin. Sonra şiddetli bir çarpışma, patlama ve mekan değişir. Şimdi küçük bir oda. Yine sessizlik. Ama bu sessizlik temel iletişim biçimi olan konuşmanın yerine cızırtılı sesler ve buğulu bir vokalin kimi çığlık çığlığa kimi zaman ilahi okurcasına oluşturduğu bir sessizlik. Will ve Alison bir araya geldiğinde konuşma ihtiyacı duymuyor. “Konuşmuyorsun. Sadece müziğini yapıyorsun ve dünyanın en büyülü olayının içinde olduğunu farzediyorsun.” Diyor Alison.

“Supernature”da karşımıza işte bu sessizliğin mahsulü olarak içinde envai çeşit müzik aletinin bulunduğu bir kır evinden çıkıyor. Müzik aletlerinin arasına birkaç değişik boy çim biçme makinesi koymayı da ihmal etmeyin. Georgian tipi debdebeli bir şato beklemiyorsanız tabii. Amplifierların yanında mikrodalga fırın var. “Ve ekmek sandığı. Arkasında da dışarıda atların koşturduğu bir manzara.” İşte dekorasyonu bu sözlerle tamamlıyor Will. Synthesizerın sesine kuş cıvıltıları eşlik ediyor. Ve ortaya Berlin, New York ve Bristol arasında gidip gelen elektronik ve glam cross arası ortaya karışık bir Brit Pop çıkıyor.

Bu kadar tasviri boşuna yapmadık. Goldfrapp’ın “Supernature”ını dinlerken işte o kuş seslerini beyninizin derinliklerinde duyacak, sevgilinizle gelincikler arasında güneş dansı yapacak ve belki bir ayağı New York’ta bir ayağı Paris’te olan bir gökkuşağında kaydırak yapacaksınız. Ama “Ooh La La” sizi o ebemkuşağının tepesinden aşağı indirip Londra’da bir striptiz kulübüne götürecek. Kırmızı neon ışıkları; gövdesi zebra, fil ve belki tavuk ama kafaları insan olan tuhaf yaratıklar, kalabalık. Ve biraz ileride Alison striptiz yapıyor. Yırtık file çoraplarını çıkardığını hiç görmedik. Muhtemelen yine çıkarmayacak. “Ohhh La la la! İstediğim sadece parlak bir şehvet!”. Neye ihtiyacı olduğunu seksi bir matematik öğretmeni edasıyla dile getiren ve elinde cetveliyle üzerinize üzerinize gelen bu fena halde glam-pop parçasından “Love 2 C U” parçasına kadar kaçabilirsiniz. Bu kez, Alison’un kristal sesi ve tiz çığlıklarının eşliğinde buzdan bir kulübe gidiyoruz. Kirliden öte, bozuk hissi veren ritmler ise kulübün içinde sonsuz bir ışık ve ses huzmesi oluşturacak. Tabii bu sıralama albümü ortalardan bir yerlerden başlayıp, başa doğru dinleyen ve sonuna nasıl geldiğini anlayamayan teknik aksak kafalar için geçerli.

Albümün ilk üç parçasında tempo hiçbir şekilde düşmüyor. Belki vücudunuzun ritmi değişiyor. Ama “Ride A White Horse”u da atlattıktan sonra ferah ferah soluklanabileceğiniz parçalar geliyor. Kesik vokaller eşliğinde başlayan “U Never Know” dokunaklı ve içli bir parça. Albümdeki çoğu parça insana sanki dünyada günlük koşuşturmalar, yere tükürüp size omuz atan insanlar, kocaman kocaman gri plazalar ve klostrofobik, enformatik zengin mönülü ruh hastalıklarının kalmadığı ve hatta hiç olmadığı hissi uyandırıyor. Siz sanki bunlarla hiç karşılaşmamışsınız gibi sarı ayçiçek tarlaları arasında yüzünüzü yalayan hafif bir rüzgar eşliğinde uçurtmanızı uçuruyorsunuz. Borsanın dalgalanması, bitirme sınavları, şu saniye dünyanın her hangi bir yerinde patlayan bombalar ya da yarına yetiştirmeniz gereken bir yazı umurunuzda bile değil. İşte dünya böyle. Neşe ve keyif kaynağı bir gezegen burası. Ve hatta tüm uzaylılar da dost.

Son olarak Pawel Pawlikovski'nin son filmi "My Summer Of Love"dan bahsetmek gerek. Bafta Ödülleri'nde 'En İyi İngiliz Filmi' ödülü dışında 2004 Edinburgh Film Festivalinde, Standard British Film Awards'da ödüller alan ve birçok İngiliz eleştirmeninden tam not alan, iki lezbiyen kızın aşkı ekseninde dönen filmin etkileyici müzikleri de bizim ikilinin elinden çıkmış. Zaten küçük bir kasaba, orman, nehir ve yüksek dozda erotizm içeren bu filmin müziklerinin Goldfrapp’tan başkasına emanet edilecek olması düşünülemezdi.

Kopyalanmamış bir stil, her koşulda eğlence ve mutluluk ve tabuların yasak kelimeler söylenmeden bulunması, tiyatral sahne şovları, etkileyici görsellik ve seksüel abartı…’’Biz başardık. Çünkü sandığınızdan çok daha zekiyiz. Black Cherry albümünü yaparken biz hala kendimizi keşfetmeye çalışıyorduk. Oysa şimdi kendimizden eminiz.’’ . Alison’un bu sözlerinin üzerine Will şunları ekliyor: “Kendimizi ifade etmenin başka yollarını bulduk.’’ Kendi kurallarını yıkarken eğlenmek. İşte Goldfrapp’ın sırrı selameti...

basatap

Daisuke Inoue ve parodi Nobel’li aleti karaoke

Geçtiğimiz yüzyıl, gerekli alet edevat ve ses yoksunluğu gibi teknik yetersizlikler nedeniyle şarkı söyleyemeyen ama içinde star ruhu taşıyan henüz keşfedilmemiş yeteneklere süper bir alet sundu. Telaffuz ederken kulağa ginger, humbaracı, lapistes ya da jelibon kadar eğlenceli gelen bu kelime işlevi sırasında da aynı görevi yerine getiriyor; eğlendiriyor.

Karaoke, pek çok icat gibi yine bir Japon işi. Ülkesi Japonya’da pek tanınmasa da Time dergisi tarafından çağın en etkili 20 Asyalısı arasında gösterilen Daisuke Inoue, karaokenin mucidi. Düşünün artık Inue; Mao Zedung ve Mahatma Gandi ile aynı listede. Bu ayrıcalığı sağlayan şey de Asya gecelerinin eğlence rengini değiştiren, inanılmaz alet karaoke!

Her yeni buluş zorunluluktan doğar. Kimse keyfinden ‘’Bunu daha önce yapan olmamış, dur mucidi ben olayım’’ diye yeni bir şey keşfetmez. Inue de yine zorunluluklar sonucu karaokeyi bulmuş. Gençliğinde bir kabarede sahneye çıkıp piyano eşliğinde şarkı söyleyen mucit, hem piyano çalıp hem de aynı anda şarkı söyleyemediğini fark etmiş. Sadece şarkı söylemek istediği için hazır müzik tonlarından oluşan aleti geliştirmiş ve adını da ‘’olmayan orkestra’’ anlamına gelen karaoke koymuş.

Bugün dünyanın her yerini karaoke çılgınlığının sarmasını, her sokak başında bir karaoke bar açılmasını ya da düğün dernek gibi geleneksel eğlencelerde bile karaoke yapıldığını gören Inoue zengin ve gururlu mudur sizce? Belki icadıyla gurur duyuyordur ama zengin olduğunu söyleyemeyeceğiz. Zira icadının patentini alamayan bu talihsiz mucit bugün böcek yemi ve fare kapanı gibi araç gereçler satarak hayatını kazanıyor. Üstelik insanlığa son derece faydalı olan bu eseriyle Nobel bile alamıyor. Ama bir grup Harward Üniversiteli’nin musluk suyuna kanserojen madde karıştırıp satışa sunan Coca Cola’ya kimya ödülü, nükleer deneme yapan Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’a barış ödülü verdiği parodi Nobel’ini almaya hak kazandı. Inoue ,ödül almaya temsilci göndermeye bile tenezzül etmeyen Coca Cola ve Fransız Hükümeti’nin aksine tören alanında hazır bulundu. Üstelik karaokede bir şarkıyı İngilizce söyleyerek büyük sempati topladı.

Mucidine Nobel mertebesinde ödül kazandıran Karaoke; genel olarak eğlendirme amacı taşısa da pek çok psikolojik, sosyolojik ve politik boyuta sahiptir. En basitinden arkadaşlarıyla karaoke bara gidip şarkı söyleyen kişi için büyük bir cesaret örneğidir; bu kişinin kendine güveni yerine gelir. Ya da ‘’sahne tozu’’ yutmanın verdiği gururla, içinde ileride star olabilme umutları yeşerir. Etraftan aldığı tezahüratlara bakarak, aslında karaoke barlarda harcandığına inanır. Zaten müzik tarihi; çocukluğunda kafasında annesinin çoraplarından güya saç yapmış bir şekilde karaoke yapıp, şarkıcılık oynayan yeteneklerle doludur.

Sosyolojik boyutu da psikolojik boyutu kadar önemlidir. İnsanların giderek yalnızlaştığı, televizyon denilen aletin evdeki muhabbeti öldürdüğü, arkadaşlarla takılmak deyiminin chat yapmayı ifade ettiği çağımızda karaoke; insanların sosyalleşmesini sağlar. Eğer karaoke yapmaya gittiğiniz kişi yeni tanıştığınız biriyse ya da iş arkadaşınızsa aranızda bir an evvel samimiyet oluşur, hatta birden en yakın arkadaşınız olabilir. Çünkü o sizin büyük medeni cesaretinize ve muhteşem sesinize şahit olmuştur.

Politik boyutu bizi çok ilgilendirmiyor. Hayır, 80’lerin apolitik, kayıp kuşağı olduğumuzdan değil. Konuyla alakası yok, ondan. Bu, ‘’Karaoke Kapitalizmi’’ diye bir kavram icat edip, masum ve eğlenceli bu aleti kapitalizme alet edenlerin suçu.

Bu çok işlevli alet son dönemlerde, medya mensubu deyimiyle, gündemin ortasına bomba gibi düştü. Bon Jovi’nin yeni albümü ‘’Have A Nice Day’’ şerefine düzenlenen karaoke partileri ve 9. İstanbul Bienali’de The Smiths karaoke projesiyle yer alan Phill Collins ile rezervasyon yapmadan değil karaoke yapmak, içeriye bile girmenin imkansız olduğu karaoke barlar sayesinde Uzakdoğu ve Amerika’nın ardından ülkemizde de karaoke rüzgarları esmeye başladı. Özellikle Collins’in karaoke projesi büyük ilgi gördü. The Smiths topluluğunun ‘’The World Won’t Listen’’ albümündeki tüm parçaların hazır bulunduğu karaoke aletiyle İstanbul’un yolunu tutan Collins’i, Smiths şarkılarını söylemek için can atan bir hayran topluluğu merakla bekledi. İstedikleri şarkıları karaoke eşliğinde söyleyerek kameraya kaydedilen bu küçük Smiths’ler harikalar yaratarak geçtiğimiz yılki bienalin en dikkat çekici performasına imza attılar.

Karaoke barların kazandığı paralar İngiliz girişimci Mark Taylor’ün iştahını kabartmış olacak ki ‘’pornaoke’’yi icat ederek işin suyunu çıkarmış. İsim benzerliği tuhafınıza gitmesin. Zira bu ikisi kardeş. Pornaoke de tıpkı karaoke gibi dublaj ilkesine dayanıyor. Yalnız burada sevdiğiniz müzisyenin şarkısını değil, dev ekranda gösterilen pornografik bir filmin dublajını yapıyorsunuz. Yani ekrandaki başrol oyuncusu hanım kız ya da esas oğlanın seslerini taklit etmek esasına dayanıyor ve deyim yerindeyse kapalı gişe oynuyor. Bugün 65 yaşında olan Inoue, niye böyle bir şey düşünmediğine hayıflanıyor mudur acaba?

Biz daha masum olan karaokeye dönelim. Grup kurup, solist olmak isteyen ama etrafında yetenekli arkadaş bulamayan PJ Harvey ruhlu kişilerin en büyük dostu karaokedir. Düşünsenize bir gitarist ya da davulcuya ihtiyacınız yok. Arka planda istediğiniz şarkıyı birebir çalan bir alet ve önünde de elinde mikrofonla siz! Daha ne olsun? Şarkıyı tam bilmenize bile gerek yok. Zaten ekranda şarkıya ne zaman gireceğinizi belirten, sözlerin yer aldığı yazılar geçiyor.

Yalnız hatırlatmakta fayda var. Sahne tozu yutmuş kişilerin kolay kolay o neon ışıklı parlak dünyadan kopma şansları kalmıyor; bu eğlence tarzı alışkanlık yapabilir. Gece boyunca kıyamet gibi kopan alkış ve tezahüratlar yaşamınızın sonuna kadar devam etsin isteyebilirsiniz. Ya da sözleri kaçırıp, şarkıyı katlettiğinizde arkadaşlarınızın önünde rezil olmanın yol açtığı bir hırsa kapılabilirsiniz. Tehlikeli bir evre bu. Zira bundan faydalanmaya kalkıp, başarı garantili karaoke kursları açan müteşebbisler de ortaya çıktı.

Seul’da yaşayan Karaoke hocası Lee Byung Won, tüm dünya karaokecilerini uyarıyor: Karaokede başarısız olmak saç dökülmesi ve cinsel iktidarsızlık gibi sorunlarla bünyenizin sarsılmasına neden olabilir. ‘’Karaoke Kompleksi’’ denilen bu hastalığın kesin bir tedavisi de yok. Ama hastalığın ilerlemesini önleyen tedbirler alınabiliyor. Mesela karşısına geçtiğiniz bir ağaca karşı yüksek perdeden şarkı söylemek ya da kafanıza kova geçirip şarkı söyleyerek ses terbiyesi yapmak gibi. Ama bu aşamaya gelmeden siz tadında bırakın. Birkaç yakın arkadaşınızı yanınıza alın ve 2 bira içerek karaoke yapmanın eğlencesini yaşayın. Ve starlığınız, aldığınız tebrikler ve muhteşem olduğunu düşündüğünüz sesiniz o gecede kalsın.

basatap

Madonna: Yeni bir bilim dalı!


Kızlarını pür pak yetiştirmek isteyen ebeveynler için bir büyük tehlike, kendini şaşırmış gençleri dine çağıran Papa için çağın trajedisi, Bush için çuvaldız, parçalanmış benliklerine tutkal arayan küçük kadınlar için yıkılmaz bir put, çürümüş ahlak anlayışına karşı bekaretleriyle böbürlenen sivilceli kızlar için okkalı bir şamar, edepsizler için edep; edepliler için edepsiz… Bunların hepsinin sentezinden tuhaf bir şey çıkar. O tuhaflığın adı da Madonna konur.

O bir pop star?! Hayır, etraf pop stardan geçilmiyor. Onun bir farkı olmalı. Sıfatı hazır: Pop ikonu. Herkesin haddine değil. Ama bence yetersiz. Dinden politikaya, kültürden bir neslin yaşam tarzına kadar her alanda fikir yumurtlayan bu delikanlı kadına sadece pop ikonu demek biraz havada kalır.

1983 yılında ilk albümü “Madonna” ile müzik piyasasına adım attığında kızılca kıyamet kopmuştu. Onu inatla rock star yapmaya niyetli olan yapımcılara ilk yanıt Müzik Oscarları'ndan geldi. Bir sonraki albüm ''Like A Virgin'' geleceğin pop ikonunun habercisi niteliğindeydi. Sapsarı kısacık saçlarının altında büyük bir kararlılık çağrıştıran kara kaşları aslında tehlikenin sinyallerini veriyordu.

1987'ye geldiğimizde biz bu kızın kime ait olduğunu çoktan öğrenmiştik. ''Whose That Girl?'' albümüyle çoktan oturmuş, şov dünyasının kurallarını koymuş, kafaları allak bullak edip, yerleşik kadın imajını ters yüz edip bırakmıştı. En basiti, kliplerinde kadınları misyoner pozisyondaki edilgen durumundan kurtarıp, erkeğin üstüne geçen etken “objeler” değil; varlıklar olarak göstermişti.

Şov dünyası tüketim objesi haline gelmiş kadınlarla dolu. Ama hangi erkek Madonna'nın memesine ya da kalçalarına bakmaya cesaret edebilir? Hangi erkek duvarına astığı Madonna posterine bakıp kendini tatmin edebilir? Madonna tam bir kadındır, zorlaması yoktur. Ama nesne durumundan çıkıp, özne haline gelmiş bir kadındır. En seksi durumunda bile sizi rahatsız edercesine izler. Sizin onu izlemenize izin vermez.

Huni gibi sivri memeleri olan, terminatör kıyafetine benzeyen kostümü de bir şeyler anlatıyordu. “İstediğiniz buysa, işte burada!”. Aslında o kostümü seçerek kadın bedenine tapanlarla dalgasını geçer. Bunun aksini iddia edenler, Madonna'nın sadece bir meta olduğunu söyleyenler çıkacaktır. Ama yanılırlar; o dönem ''Material Girl'' zamanında kaldı. Şimdi bize anlattığı bir şeyler var ve anlatmaya devam ediyor.

Madonna'nın kafaları karıştırdığı tek alan elbette kadın cinselliği ve feminizm değil. Gençleri kaka şeylerden uzak tutup, uysal ve kolay güdümlenir prototipler durumuna getirmek isteyen düzenin icracılarına karşı dini de sorgulatan tavırları bir yerlerde yazılı. En azından ''Like A Virgin'' klibiyle Papa'nın kızarıp bozarmasına neden olmuş, koskoca adamdan zılgıtı yemişti.

Kaç milyon dolarlık serveti olduğunu hesaplamak için muhasebeci ordusuna ihtiyaç var. BMW’si Mersedes’i ve bir de Mini Cooper’ının dışında hanları, hamamları ve sarayları var. Ama bakmayın siz onun bu mal varlığına. O aslında ikonu olduğu tüketim toplumuna da karşı! Kısaca Madonna bu, varlık nedeni karşı olmak.

Peki bu durum ne kadar sürecek? Yerleşik kalıpları yerinden oynatan bu kadın ne oldu da sistemle ve onun oturmuş kurumlarıyla anlaşmaya gitti? Onun yüzünden ''Evlenip de erkeklerin esiri mi olacağım?'' diye düşünen pek çok kadın şimdi kız kurusu olarak evinde otururken, o, gitti aşık olup evlendi. Oldu mu şimdi? Üstelik aşk konusunda verdiği vaazlar da biraz değişti. Hatta daha da ileri gidip, hayatta en büyük başarının hayatı paylaşacak birini bulmak olduğunu söyledi!

Oysa ki ne kadar da korkmuştuk Madonna da ''adam'' oldu diye. Sen git evlen, yuva kur, iki tane çocuk doğur, yetmesin üçüncü için kocakarı reçeteleri peşinde koş sonra gel bize “I'm breakin' all the rules I didn't make’’ de. Yemezler. Madonna, alt üst ettiği kurumlarla çaktırmadan barıştı bile. Katolik olması şart değildi ama bileğine kırmızı kurdele bağlayıp Kabala’ya biat etmesi de bir dine dönüş simgesidir. Mesaj da açıktır: Din, dişe dokunur, işe yarar bir şeydir.

Erkeklerin hizmetine sunulmak için yaratılmadığını düşünen, aile ve topluma karşı bağımsızlık savaşı veren kadınların en büyük kabusu, her halde Madonna'yı ayağında çocuk pışpışlarken tahayyül etmek olurdu. O da oldu. Ama evli, çoluklu çocuklu 47 yaşındaki Madonna'yı ilk kez 22 yıl önce sahne aldığı Londra'nın Koko kulübünün sahnesinde izlerken hala içinde taşıdığı fahişeyi görüp gurur duyabilirsiniz. Hatta ona baktıkça kendi annelerinizin niye pembe file çorap ve bir korseyle dolaşmadığına üzülebilirsiniz.

Kitaplarında büyüklere seks, küçüklere masal anlatan Madonna, yeni albümü “Confessions On A Dancefloor’”da tüm kirlilerini döktürüyor. Herkes Madonna olmak isterken o, ‘Super Pop’ parçasında kimler olmak istediğini anlatıyor ve kendisi hakkında ipucunu veriyor. ‘I Love New York’ ta George W. Bush’a laf atmaktan geri durmuyor. ‘Future Lovers’ta romantizmin doruklarına çıkıyor. Ne de olsa aşık bir kadın o. Her dilde özür dileyerek başladığı ‘Sorry’ parçasında da hikayeci adamlara birkaç sözü var.

Madonna bir pop ikonu mu? Fahişe mi, evinin kadını mı? Metafiziğe bağımlı mı yoksa hala Papa’yı kızdıracak potansiyeli var mı? Büyüyünce uslandı mı? Her yeni albümünde biraz daha teyze mi oluyor? Uslanmış gibi yapıp da donuk bakışlarını üzerimizde gezdirmeyeceği ne malum? Tahmin etmek zor.

Madonna, oturup hakkında birkaç satır bir şeyler yazılacak bir kadın değil. O insanlığa, fizik, kimya ve matematikten daha gerekli bir yaşam dersi. Madonna’yı bilmeyen, bugünü anlayamaz, geleceğini kuramaz. 3 saatte boşalıp 5 saatte dolan 2 giderli bir havuz probleminden daha büyük sorundur o. Bu nedenle üniversitelerde Madonna kürsüsü açılsın. Araştırma konusu değil; başlı başına bir bilim dalı olsun. Öğrenciler de severek okula gidip gelsinler. En büyük isteğimiz budur.

Perşembe, Eylül 21, 2006

Panic! at the disco: Name Taken etkili...

Panic at the disco

Sat back and took it so slow

Are you nervous? Are you shaking?

Save compliments to praise complation

We don’t have to feel we fit in

We can move back

We can leave them

Bir p!@td yazısına Name Taken sözleriyle başlangıç yapılmasını hoş karşılayın. Nihayetinde etrafta tuhaf isimlerle türemiş bir ton grup var. Hiç yoktan bir tanesinin isminin nereden geldiği bu sayede aydınlığa kavuşmuş olur. Grup elemanları üzerinde, Name Taken’in “Panic” parçasının ne kadar önemli olduğunu kavramak için yukarıdaki parçanın sözleri ve grup ismi arasında doğru orantı kurup, denklemi oluşturabilirsiniz.

Tabii, grubun bilmem kaç tane müzik sitesinin tepesine kurulması için ermiş bir dede gelip sihirli değneğiyle adamlara dokunmuyor. Onlar da her insan evladı müzisyen gibi anne-baba dırdırıyla, okulla, maydonozlu çorbalarla falan uğraşmak zorunda kalıyorlar. (Maydonozlu çorba sevmediklerini duyduk bir yerlerden…)

Aslında her şey, 12 yaşında bir çocuğun, babasından noel hediyesi olarak bisiklet yerine gitar istemesiyle başlıyor. Yaşadığı yerin leş bir kenar mahalle olmasının önemi yok heralde. Sonuçta Las Vegas, Las Vegas’tır. Her fakir çocuğun bir bisikleti vardır, diye düşünüyoruz. Üstelik bu çocuk, gitarı sonuna kadar hak ediyor. Ortaokulda adidas’ın yeni modelini almak için büyüklerine zırlayan tiplerden değil bu; hevesini alınca bir kenara atsın… Daha grup kuracak, grubu da emocuların The Secret Stars’tan sonra yeni ilahı olacak. İsmi de sesi ergenliği henüz atlatamamış izlenimi veren vokalist Brendon Urie’den önce anılacak: Ryan Ross.

Bu sırada Spencer Smith de yine babasına “davul, davul” diye tutturmuş, uzun ısrarlar sonucunda aldırmış da. Bu kısım tanıdık ve sıkıcı gelebilir ama gerçek: Komşu şikayetleri… Spencer’in babası, 40 yıllık dostlarıyla davul sesi yüzünden papaz olmuş. Ama bu şikayetlerin tek nedeni davul da değil, Blink 182 cover’ları. Spencer, Blink 182 cover’lamayı bırakınca şikayetler de azalmış.

Spencer ve Ryan okuldan arkadaşlar, bir şekilde bir araya gelip yanlarına Brendon ve Brent’i almalarında çok bir tesadüf yok. Buradan konu çıkmaz. Ama okul yaşamları birçok müzisyenin aynası gibi… İte kaka, okulu dışarıdan bitiren Spencer ve Brent’in aksine, Ryan daha kolejin ilk yılında okulun ona göre olmadığını anlıyor ve bırakıyor. Zaten çocuk, müzik ve okul arasında çatışıyor, bir de bu çatışmaya ailesi katılıyor. “Müzik hayatımda ailemden her zaman destek gördüm” gibi bir cümle yok onların hayatında. Aileler fakir tabii, bu nedenle her birinin misyonu önceden yazılmış: Doktor, hakim, emniyet müdürü ve hatta mümkünse Amerika Başkanı olacaklar.

Bu kadar baskıya can mı dayanır? Hepsi evini terk ediyor ve albüm kaydetme hayalleriyle Las Vegas’tan ayrılıyorlar. Bu sırada, Fall Out Boy’un elemanı Pete Wentz çocukları farkedip, kendi plak şirketine, Decaydance’a götürüyor. Ryan, “Decaydance’in kapısını çaldığımızda, onlar bizim sadece istediğini çalan bir grup olduğumuzu anladılar.” diyor. Elbette! Çocuklar, siz de zaten tam onların istediği tarzda müzik yapıyorsunuz. Evet, biraz eğlenceli, biraz duygusal, biraz pop, biraz punk, ondan da bundan da… Bir plak şirketi başka ne ister ki?

Panic! At The Disco ve ilk albümleri “A Fever You Can’t Sweat Out” şu sıralar MTV’den NME’ye, Pure Volume’den My Space’e kadar her yeri işgal etmiş durumda. Bu durumda insanın, bütün müzikal kariyerini iyi bir albüm yapmaya çalışmakla geçiren gruplara acıyası geliyor. Kesinlikle, p!@td kötü müzik yaptığı için değil, sadece ilk atışta 12’yi tutturduğu için. Ryan’ın sağda solda yaptığı açıklamalara göre, elemanlar 11 parçanın da birbirinden farklı tatlar barındırmasını istemiş. Ama albümü dinleyince ‘Intermission’ ve ‘Build God Than We’ll’ dışında diğer parçalar, komşunun tanıdık ıhlamur çayının kokusu gibi kalıyor. Tabii ismiyle de farklı bir yeri hak eden ‘The Only Difference Between Martyrdom and Suicude is Press Coverage’ i de ayırıyoruz. Gerçi çocuklar, farklılık yaratmak için epey bir düşünüp taşınmışlar. Çabalarını görmezden gelmek olmaz. Albümü iki bölüme ayırmışlar. İlk kısımda eğlenceli parçalar, drum machine ve synthesizer’la süslenmiş. İkinci kısımda ise daha nostaljik takılmışlar. Piyano ve akordeon, parçalara nilüfer yaprağındaki kurbağa kadar yakışmış.

Panic! at the disco, duygusal punkçılar (nasıl oluyor, biz de bilmiyoruz) arasında iyi bir yere oturdu bile. Bir kısım popüler olmalarına taksa da diğer bir kısım durumdan memnun. Şimdi, önümüzdeki Temmuz ayında uzun bir Amerika turuna çıkacaklar. Hem de Boston’un süper ikilisi Dresden Dolls’la birlikte. Yani, durumlarından memnunlar. Ryan’ın babası ise artık çocuğuna okulu yarım bıraktığı için kızmıyor. Duyduğumuz kadarıyla Panic At The Disco Fan Kulübü’ne üye olmuş ve hatta burada kart vizit işlerine bakıyormuş.

İç güveysinden hallice: Korn

Bol yağmur, sular altında kalan çadırlar, ne akla hizmetse yerlere serpiştirilen ve sonra ayaklara yapışan samanlar, müzik, müzik, müzik ve Korn! Bunlar geçtiğimiz yıl gerçekleşen Rock’n Coke Festivali’nden arta-akla kalanlar. Festivaldeki olumsuzlukların görmezden gelinmesini sağlayan en önemli etken kuşkusuz Korn, Cure, Skin, Offspring gibi gruplardı. Ama akılların artık zaptedilemez hale geldiği an kuşkusuz Korn’un sahne aldığı zamandı. Birçok insan oraya Cure dinlemeye gitmiş ama Korn’a vurulup geri gelmişti. Korn’u çoluk çocuk grubu bulan “ağır abi”ler ve “ne idiğü belirsiz müzik” kategorisine sokan heavy metalciler bile yağmura çamura aldırış etmeden grubu ağızları açık izlemişlerdi.

Bugüne kadar hakkında en çok atılıp tutulan gruplar arasında yer alan numetalin başöğretmeni Korn hakkında yazılıp çizilecek çok şey var ama bizim konuyu dağıtmaya niyetimiz yok. Derdimiz Korn düşmanlarına nispet yaparcasına, sevenlerine yeni albümün müjdesini vermek. Siz bunu hak etmiştiniz! Neyiniz eksik? Sonunda Korn da canlı kayıtlardan oluşan ve bugüne kadar sadece konserlerde dinleme fırsatı bulabildiğimiz parçalarını içeren bir live albüm yayınladı. İki yıl önce yayınladıkları “Greatest Hits Vol.1”i saymayın. “Live&Rare”de grubun dillere pelesenk olmuş parçalarının dışında, Pink Floyd’un ‘The Wall’ ve Metallica’nın ‘One’ parçaları da yer alıyor.

Korn’un elbette bütün konserlerinde bulunmadık. Ama adamların her konserinde mutlaka ‘The Wall’ çaldıklarını bilmek için orada bulunmak gerekmiyor. Basın ne işe yarıyor? Rock’n Coke’da da binlerce kişinin hep bir anda “azdığı” an, bu parçanın çalındığı andı. Grup elemanları da isabetli kararlarıyla parçayı albümün içine yerleştirmişler. Diğer isabetli parça ise Korn’un metal değil ancak “na-metal” olabileceğini savunanlara cevap niteliğinde albüme konulmuş sanki. 14 yaş gençliğinin “adım adım metalcilik” derslerinin ilk basamağı olan “Metallica’nın One parçası tez elden ezberlene” kanunu Korn’un bu albümünde vücut bulmuş. Ve de parçanın hakkı da yeterince verilmiş.

Şimdi, yıllara göre Korn’un parça isimlerinin yeni albüme dağılım grafiğini yazıya dökelim. “Live&Rare”e en fazla parça sokmayı başaran Korn albümü 98 tarihli “Follow The Leader”. Kapağında minik masum çocukların uçurum kenarında sek sek oynadığı bu albümden ‘Freak On A Leash’, ‘My Gift To You’, ‘Earache My Eye’ ve ‘Got The Life’ parçaları “Live&Rare”e girmiş. Sonraki dağılımlar ise daha adil. Tamamı canlı kayıtlardan oluşan albümün açılış parçası 2003 tarihli Korn albümü “Take A Look In The Mirrorédan ‘Did My Time’. “Ey ahali, Korn’u hangi parçayla bilirsiniz?” sorusunun olası cevabı ‘A.D.I.D.A.S’ ve ‘Falling Away From Me’ parçaları da bu albümde kanlı canlı yer alıyor. İçinden parça çıkmayan belki de tek albüm ise “See You On The Other Side”. Oysaki bu albümden ‘Politics’ ya da ‘Twisted Transistor’ parçaları da toplamada yer alsaydı hiç de fena olmazdı.

Birçok kişi, Korn’u yeni yetme kaykaycı çocukların idolü olmakla suçlar. Hatta üstüne üstlük, bu tarz müzik yapanların gitar çalmayı bilmediklerini bile iddia ederler. Oysa Korn, eleştirildikleri bu yeni müzik tarzıyla metal müziği ağır bulan rock dinleyicileriyle hip hopçıları bir araya getirdi. Dinlediği müziği garip bir şekilde sahiplenen ve kendisinden başka kimsenin dinlemesini istemeyen “müzik bencilleri”, belki de bu yüzden Korn’dan hoşlanmadılar. Oysa grup, Nirvana’dan sonra kimsenin başaramadığı bir şeyi başardı ve geniş bir kesime seslendi. Üstelik bu başarıyı numetal denilen bir tarzla yakaladı. “Nedir bu numetal?” diye merak edenler için de kısa bir tarif verelim. Heavy metalin içine biraz hip hop vokal, biraz sample ve bir DJ’in elinden çıkma rap altyapısı koyun. Üzerine de “Okuldan da, hayattan da nefret ediyorum. Fuck You” çeşnili sözler serpiştirin. İşte size new metal! Bugün Deftones, Linkin Park, Limp Bizkit gibi grupların varlıklarını Korn’a borçlu olduklarını unutmamak gerekir.

Gitaristleri Brian Welch’in doğru yolu yani Tanrı’nın yolunu bulduğunu söyleyerek gruptan ayrılması ve kendini dine imana vermesi Korn fanatiklerinin yüreğini ağzına getirmişti. Herkes grubun dağılmasını beklerken, onlar “See You On The Other Side”i yayınlayarak kalplere serin su serpmişti. Bunca eleştiri ve çalkantıya rağmen elemanlar yollarına devam ediyor. Hem de her zamankinden daha hızlı ve öfkeli...

Depeche Mode İstanbul konseri

Bugün neredeyse 30’lu yaşlara dayanan ve hatta yaşını başını iyice alıp çoluk çocuğa karışanların kült grubudur Depeche Mode. En azından biz öyle zannederdik. Bir de klasik, insanları dinlediği gruba göre kategorize etme huyumuz vardır. Nedir onlar? Metallica dinliyorsan, uzun siyah saçların vardır. Kadın Metallica’cıysan siyah uzun etekler giyer, yaz-kış postalla dolaşırsın. Beastie Boys fanıysan, bol pantolonlar, renkli tişörtler giyersin. Neşe dolu, bıcır bıcır bir insansındır. Cobra Killer dinliyorsan, 50’lerden kalma dik yakalı elbiseler giyer, büyük tokalı kemerler takarsın. Sapına kadar seksisindir. Ama 30 Temmuz’da gördük ki; Depeche Mode hayranıysanız sarı yaldızlı kemerler takar, yanık teninizi ortaya çıkaran beyaz bermudalar giyersiniz. Saçlarınız sarı ve tonlarıdır ve boyunuzun kısa olmasının dezavantajlarını yaşamazsınız. Zira düdük kadar hazırlanan sahneyi görmeniz için, kaslı ve rugan ayakkabılı erkek arkadaşınız sizi konser boyunca sırtında taşıyabilir. İstanbul’dan bir kez daha Depeche Mode canavarı geçti ve bizim konuştuğumuz şeylere bakın. Ama düşünün bir; canınızı dişinize takıp konsere gidiyorsunuz ve Dave Gahan’ı dünya gözüyle izleme heyecanıyla dolup taşıyorsunuz. Konser boyunca gördüğünüz tek şey ise koca koca popolar… Ve bu popolar nereye giderseniz gidin karşınıza çıkıyor. Kabus gibi! Bir buçuk saatlik Depeche Mode şöleni boyunca sahneyi görme süremiz 15 dakika. Ve bu süre, bütün izleyicilerin sahneyi görme süresi ortalamasının epeyce üzerinde. Konser boyunca sahneyi bir kez bile görememiş bir arena dolusu insan olduğunu da unutmayın. Cüceler için tasarlanmış sahneyi ve 10 YTL’den sayışa sunulan biraları bir kenara bırakırsanız, geriye eleştirecek tek bir şey bile kalmıyor. Çıkış saati geldiğinde, beklemeye alışkın İstanbul izleyicisini bir dakika bile bekletmeyen Martin Gore, Dave Gahan, Andy Fletcher, Dave Clayton ve bu turneye özel davulcu Christian Eigner sahnede yerini alıyor. Açılış parçası son albümden ‘A Pain That I’m Used To’. İzleyicide Depeche Mode’u karşılarında görmenin heyecanı var ama onun dışında pek bir kıpırtı yok. Sinyali alan DM elemanları, ilk gözağrılarına yer vermeye başlıyor. ‘A Question Of Time’, ‘Walking In My Shoes’, ‘Stripped’ ve ‘Home’la “dinleyenler” de havasını buluyor. Kuruçeşme Arena’da kanların donduğu, ölüm çığlığının başladığı parça ise ‘In Your Room” oluyor. Zaten Dave Gahan ve Arena’yı dolduran 17 bin kişi arasındaki konser boyunca gerçekleşen tek diyalog bu parçada gerçekleşti desek yeridir. Gahan’ın “Come oonnn, come onnn” seslenişi üzerine güruh harekete geçiyor ve Arena’yı “Hepimiz kardeşiz” hissiyatı içinde bir sevgi ve coşku seli kaplıyor. ‘Enjoy The Silence’, ‘Personal Jesus’ ve ‘World In My Eyes’la devam eden konserin ışık ve ses sistemine ise diyecek yoktu. Dev ekranlardan gerçekleşen şovlar da sahneyi göremeyen dinleyicilerin içine su serpti. Açık hava, yıldızlar, İstanbul Boğazı ve Depeche Mode. Bu yazın İstanbul’da gerçekleşen en iyi konseri miydi, neydi?

Avustralya yerlilerinin oyuncağı: Bumerang

Yeni kıtanın en eski sahipleri, büyük ihtimalle bu bumerang denen döner aleti, boş vakitlerini daha eğlenceli geçirmek için icat etmediler. Ama günümüzde ismi kadar komik olan bumerang, frizbi atmak ya da uçurtma uçurmak gibi keyif veren bir oyun. Elbette, artık insaoğlu elinde sopayla bizon kovalama devrini geride bırakalı çok oldu. Kuş avlamak içinse bu topraklarda uzun zamandır sapan kullanılıyor. Hatta yazımızın başında bu sapan ve bumerang arasındaki benzerliğe değinebiliriz.

Avustralya yerlileri, büyük ihtimalle sapana bir lastik bağlayıp ucuna da taş yerleştirerek kuşa nişan almayı gereksiz görmüşler. Bunun yerine sapanı biraz daha düzgün yaparak direk kuşun kafasına atmayı uygun bulmuşlar. Bu cümleler size bir şey ifade etmediyse, daha açık yazalım: Bu eğlence aleti sandığımız şeyin atıldığında geri dönenleri kuş avlamak için kullanılmış. Bu demek oluyor ki atıldığında geri dönmeyenleri de var. Aynen öyle; atıldığında geri dönmeyen bumeranglar ise daha iri cüsseli hayvanları avlamak ve komşu kabilelerle savaşmak amacıyla kullanılmış.

Eğer bugüne kadar, plajda şortlarıyla birbirlerine bumerang atıp eğlenen Aborjinler hayal ettiyseniz, biraz durun ve gerçeklere dönün. Bumerang bir savaş ve avlanma aletidir. Dınını nııınnnn! Ama bumerangın çıkışı üzerine çeşitli başka rivayetler de var. Mesela bunlardan en yaygını yine Avustralya yerlilerinin kanguruların kafasını karıştırmak için bu aleti icat ettiği yönünde. Öte yandan bumerangların kolye, küpe gibi aslında hayatta hiçbir işe yaramadığına ve yerlilerin birbirlerine sevgi gösterilerinde bulunmak amacıyla yaptığı bir hediyelik eşya olduğuna da inanılıyor. Bu inancın altında yatan etmeninse, Avustralya’da yaşayan insanların ülkelerini ziyaret ettiklerinde eşine dostuna bumerang hediye etmesi ihtimaller dahilinde.

Avcılık ve toplayıcılık dürtülerimizi bir yana bırakırsak, spor yapmaktan hoşlanmayan ama enerjisini bir şekilde hoplayıp zıplayarak dışa vurmak isteyenler için şifa otu gibi bir oyuncak bumerang. Hatta günümüzde öyle bir çılgınlık boyutuna geldi ki birçok ülkede bumerang yarışmaları düzenleniyor, federasyonlar kuruluyor ve ilk çıkışında basit bir tahtadan yapılırken artık Superman, Asteriks, Oburiks veya Mickey Mouse’lusu yapılıyor. Yetmiyor, karikatürlere malzeme oluyor! Bunun en güzel örneğini ülkemizden Selçuk Erdem, köpeğine geri getirmesi için bumerang atan bir sahibi çizdiği karikatürüyle gösteriyor.

Eğer eskiden beri bumeranglara ilginiz varsa ya da bu yazı vesilesiyle merakınız uyandıysa size birkaç ipucu vermenin zamanı gelmiş demektir. Öncelikle her bumerangın atınca geri geldiği sabit fikrini bir kenara bırakın. Bu, bumerangın kendisiyle ilgili olduğu kadar sizin atış kabiliyetinizle de ilgili. İlk atışınızda bumerangınız geri gelecek diye bir kaide yok. Ama bu sizde yılgınlığa neden olmasın. İlk ihtiyacınız olan şey iyi hava şartları; yağmur, çamur, fırtına, kar gibi hava şartlarında bumerang atmayı kafaya koyduysanız şansınız epey azalır. En iyisi açık ama hafif rüzgarlı bir günü tercih etmeniz. Şiddetli ve ani gelen bir rüzgar bumerangınızı alıp bilinmeyen diyarlara sürükleyebilir.

Atış yapacağınız alan ise, bumerang menzilinin en az iki, üç kat büyüklüğünde olmalı. Yani geniş bir yeşil alan, park veya plaj bunun için uygun olabilir. Bumerang atışı yapacağınız zaman etrafta insan olmamasına da özen göstermelisiniz. Unutmayın, bumerang hem sizin atış kuvvetinizle hız kazanıyor; hem de kağıttan değil, tahtadan yapılıyor. Yani birisinin kafasına geldiğinde, o kişinin kafasının yarılma riski bir yana, oyuncağınız size geri dönmeyebilir.

İyi bir atış için, bumerangınızı düz yüzeyi dışarı, bombeli yüzeyi size bakacak şekilde tutmalısınız. Tutarken baş ve işaret parmaklarınızı kullanmanız yeterli; beş parmağınızla bumerangı sıkı sıkı kavramanın bir anlamı yok. Doğru tutuş tekniğini öğrendikten sonra, rüzgarı tam karşınıza alın ve bumerangınızı sağlaksanız sağa, solaksanız sola doğru atın. Bumerangınız size doğru geliyorsa, heyecanlanmadan ve zafer sarhoşluğuna kapılmadan iki elinizle kavrayarak tutun. Buna standart yakalama stili de deniyor. İşi iyice öğrendikten sonra çeşitli artislikler yaparak bumerangınızı tek elinizle de yakalayabilirsiniz. Eğer attığınız bumerang size doğru gelmiyorsa, bir yerde yanlış yaptınız demektir ki bu da başlangıç için oldukça normal. Pes etmeyin ve deneye yanıla öğrenmeye devam edin.

Eğer sevgilinizden ayrıldıysanız, bumerang atarak ayrılık acısını hafifletebilirsiniz. Bu tavsiyemize çok da kulak asmayın, çünkü “Şu ruhsuz tahta bile attığımda geri geliyor, sevgilim bana dönmüyor.” diye düşünüp daha depresif de olabilirsiniz. Ama iyimser bir insansanız “Ne kadar sadık bir oyuncağım var” diyerek sevinebilirsiniz. Fazla kilolarınız varsa ve spor yapmaktan hoşlanmıyorsanız bumerang peşinde koşarak forma girebilirsiniz. Ya da sevdiğiniz birine hediye olarak verebilirsiniz. Gördüğünüz gibi, bumerang atalarımızın binlerce yıl önce bize armağan ettiği, her derde deva bir oyuncak. Yaşasın bumerang!

Red Hot Chili Peppers / Stardium Arcadium

Yıllar önce pipilerine geçirdikleri çoraplarla hafızalarımıza kazınan, çocukluğumuzun şen şakrak grubu Red Hot Chili Peppers, Freddy misali geri döndü. Bazen hayal kırıklığına uğratan, bazen “vay anasını” dedirten ama hep heyecanlandıran albümleriyle kült gruplar arasında çoktan yer aldılar. Son albümleri “By The Way”, dört sene önce yayınlandığında Beyoğlu’nun muhtelif rock barlarının milli marşı olmuştu. Öncesinde “Californication” albümü de şimdiki genç kuşağın Red Hot’la tanışmasını sağlamıştı. Şimdilerde üniversiteyi çoktan bitirmiş, takım elbise ve kravatının altına Adidas ayakkabı giyerek alternatif müzik dinlediğini belli etmeye çalışan kesim ise onları ‘Get It Away’ parçalarıyla sevmişti. Grubun geriye doğru dinleyici açısından kısa geçmişi kabaca böyle özetlenebilir. Şimdi sıra “Stardium Arcadium”da… Albüm yayınlandığı haftadan itibaren “tam bir bomba” etkisi yarattı sayın seyirciler. Dile kolay, ilk single ‘Dani California’ yayınlanır yayınlanmaz Billboard Modern Rock listesinin tepesine yerleşiverdi. Klip de ayrı bir kalem, iki satır bahsetmek gerek. ‘Dani California’nın klibi, Edward Norton’lu “American History X” filminin yönetmeni Tony Kaye’nin elinden çıkma. Klipte asfalt kenarında patlatılan beyinlerden eser yok. Hatta gayet sempatik. RHCP elemanları, Beatles’dan Prince’e, Jimi Hendrix’ten Kurt Cobain’e kadar pek çok rock yıldızının kılığına girerek, izleyenleri bir müzikal tarih yolculuğuna çıkarıyorlar. Kurt Cobain kısmında ağlayasınız geliyor ama ağlamadan hafif bir titremeyle atlatıyorsunuz. Albüm ise Jupiter ve Mars olarak ikiye ayrılıyor ve yine hit makinesi olmaya aday. Kulakta en çok tat bırakan parçalar ise ‘Dani California’ ve ‘C’mon Girls’. 28 parçanın sığdırıldığı albüm için 38 parça hazırlanmış.

Albüme giremeyen 10 parçanın üvey evlat muamelesi göreceği kesin ama söylentilere göre konserlerinde bu parçaları da çalacaklar. “Stardium Arcadium” için büyük otorite Q “yılın albümü” yorumunu yaptı. Üzerine klavyeyi daha fazla zorlamak olmaz.

Rock camiasının yeni ev sahipleri: Çilekeş

Albüm yayınlanalı çok oldu. O günden bugüne neler yaptınız? Değişen çok şey oldu mu hayatınızda?

Görkem: Albüm Temmuz’da çıktı ve gala konserini Eylül ayında gerçekleştirdik. Onun sonrasında da İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Eskişehir, Antalya, Kayseri şehirlerinde konserlere devam ettik. Kasım ayında bir Honduras durağımız oldu, sanırım bugüne kadar gerçekleştirmiş olduğumuz en ilginç konserdi. Oradaki yaklaşık 10000 kişiye Türkçe sözlü rock dinletmiş olduk, ufak çaplı bir Orta Amerika turu da yapmış olduk. “Takım böyle tutulur” filminin müziklerini yaptık. Hayatımızda değişen çok şey olmadı daha önce de müzik yapıyorduk, şimdi ise eskiye göre biraz daha iyi şartlarda müzik yapabiliyoruz. Zaten hem kendimiz, hem de diğer müzisyenler için bu daha iyi şartların sağlanabildiği bir ortam yaratabilmeyi bir misyon olarak görüyoruz ve bunun için diğer arkadaşlarımızla birlikte çaba gösteriyoruz. Başımıza gelebilecek en güzel değişikliğin, Türkiye’de rock gruplarının çok daha iyi imkanlarla müzik yapabilmeye başladığını görmek olurdu herhalde...

Cumhur: Her geçen gün konserlerimize katılımın artması ve konserlerin daha coşkulu geçmesi en güzel değişiklikti sanırım.

Fanta Genç Yetenekler Aramızda Yarışmasına öylesine katıldığınız doğru mu?

Görkem: Aslında o zamanlarda yapmış olduğumuz besteleri profesyonel bir jüri önünde çalıp kendimizi değerlendirmek istiyorduk. Bar programı yapıyorduk fakat bir süre sonra insanların yaptığımız coverlardan çok kendi bestelerimize ilgi gösterdiğini farkettik. Albüm için önümüzde çok uzun bir yol olduğunu biliyorduk ve tam o sırada karşımıza çıkan Fanta Genç Yetenekler Aramızda yarışmasının bir “ilk adım” olabileceğini düşündük. Öylesine katılmış olmasakta, son başvuru gününde tesadüfen formunu görüp son anda katılmış olduk.

Cumhur: Öylesine katılmadık ama katılmamız biraz şans eseri oldu. Bir gün daha görmeseydik başvuru formunu katılmamış olacaktık.

Müzik yarışmalarının gruplara sizce ne getirisi oluyor? Fanta Yarışması olmasaydı şu an siz nerede olacaktınız?

Görkem: Şart olmasa da gerçekten iyi fırsatlar yaratabildiğini gördük. Amatör adı altında geçen iyi grupların sayısı çok fazla ve gerek şirketler, gerekse prodüktörlerin dikkatini üzerlerine çekebilmek için prestijli yarışmalarda alınan dereceler o grupların bir adım önde başlamasını sağlayabiliyor. Fanta yarışmasını kazanmış olmamızdan çok, İstanbul’da gerçekleşen bir Türkiye finalinde Ankara’dan işi gücü bırakıp bizi desteklemeye gelen bir otobüs dolusu insan bize yaptığımız işi o kadar çok sevdirdi ki, sonuç ne olursa olsun biz yine buralarda olurduk gibi geliyor bana. Ancak tabi ki çok iyi bir referans olduğu kesin, birçok değerli müzisyenle, şirketlerle bu yarışma sayesinde tanışmış olduk sonuçta, daha hızlı yol alabildik...

Cumhur: Yarışmalar grupların kendilerini gösterebilmeleri için iyi bir fırsat. Ülkemiz şartlarında şirketlerin, prodüktörlerin ve basının ilgisini çekmek pek kolay değil ama yarışmalar bunun için iyi bir platform oluşturuyor.

Albüm, beklediğinizden daha uzun sürede çıkmış. Bu gecikmenin nedeni ne?

Görkem: Geç çıkmasını, hatta hiç çıkamamasını bile bekliyorduk açıkcası. Albüm çıkışı için ilk öngördüğümüz zamanlarda şirketlerin ve prodüktörlerin bizimle aynı derdi paylaşmadıklarını gördük ve tamamen kendi istediğimiz gibi bir albüm yapabilmek adına çok büyük isimleri bile teşekkür ederek geri çevirmek durumuda kaldık.Bizim için içimize sinecek ve yıllar sonra geriye dönüp baktığımızda gurur duyacağımız bir iş çıkarma derdi herşeyden önemliydi çünkü. Çok daha önce, belki de çok büyük ticari başarılara imza atıp günü kurtarmak pek ilgimizi çeken bir çizgi değildi. Bu yüzden şartların bizim istediğimiz gibi olabileceği bir zamanı beklemek zorundaydık. Rock müziğe artık eskisinden daha çok yatırım yapılıyor. Biz ise ancak bu yatırımın müzikalite standartlarındaki çıtanın yükselmesi yönünde yapıldığı zaman kendimizi gerçek bir “rock grubu” gibi hissedebileceğimizi düşünüyorduk. O yüzden doğru zamanı bekledik.

Cumhur: Bu gecikme bilinçli bir tercihti ve şu an bulunduğumuz noktada doğru bir tercih olduğunu görebiliyoruz. Aradan geçen zaman bizim, dolayısıyla müziğimizin de gelişmesini sağladı.

Albümde Aylin Aslım, Fuat ve Burak Gürpınar konuk sanatçı olarak yer almış. Onlarla bu albümde nasıl buluştunuz? Albüm öncesinde de bir dostluğunuz var mıydı yoksa iş ortaklığı şeklinde mi değerlendirelim?Başka örneklerde var.Rock camiasında müzisyenler çok mu yardımsevere? Bu dayanışmayı siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Görkem: Tamamen şarkıların ihtiyacı olduğunu düşündüğümüz seslerdi hepsi. “Yetmiyor” şarkısını çalarken malum yer geldiğinde hepimiz benzer bir melodi mırıldanıp duruyorduk, kulaklarımız o sesi duymak istiyordu. Bir süre sonra o melodiyi Aylin Aslım taklidi yaparak söylediğimizi farkettik çünkü şarkının o bölümü düpedüz Aylin Aslım sesi istiyordu bize göre. Aylin albümün öncesinde de çok sevdiğimiz bir arkadaşımızdı zaten. Bu düşüncemizi ona söyledik ve birgün stüdyoya gelip bize Yetmiyor’da eşlik etti. Hiçbir müdahale olmadan tamamen bizim duyduğumuz melodiyi aynen yapıştırdı oraya = ) . Hissedilenlerin aynı olması bu birlikteliği kaçınılmaz kılan şeydi.

Ali: Fuat da benzer bir şekilde “Gözaltı” şarkısında bize katıldı. Stüdyolarda şarkıyı hep çalıyorduk fakat nakarat dışındaki bölümlerde şarkının sözlerini en iyi şekilde “Rapüstad”ın açabileceğini düşündük. Fuat’ın dünya standartlarında bir rapci olduğunu düşünüyoruz ve yaptığı işe fazlasıyla saygı duyuyoruz. Şarkı geçtiğimiz yıllarda kaybettiğimiz 2 arkadaşımıza ithaf edildi ve bireysel silahlanmaya karşı bir tavırla yazıldı. Kaybettiğimiz arkadaşlarımızdan Adil Soydan’ın rap müziğe olan bağlılığı da bu şarkının formatını doğrudan etkiledi tabi ki. Bizler her türlü müziğin kaliteli yapıldığı zaman arkasında duruyoruz bu yüzden rock cephesinden rap’e karşı gelebilecek herhangi bir tepkiyi umursamadık, bizce çilekeş-fuat düeti olması gereken birşeydi, en önemlisi müzik orada onu gerektiriyordu. Bir iş ortaklığından çok, bizimle aynı kafada, aynı şeyleri hisseden bir müzisyenle birlikte herzaman olduğu gibi canımızın istediği gibi bir şarkı yapmaktı, öyle de oldu. Burak Gürpınar albüm sürecinin çok daha öncesinden beri desteğini gördüğümüz, çok sevdiğimiz bir arkadaşımız. “Kürar” şarkısının özelliği de yapılmış ilk davul düeti olmasıdır. Şarkı Çilekeş tarafından çalınıyor ve sonunda birçok müzik dinleyicisinin ilk duyduğu anda ayırt edebileceği bir groove, bir sound çıkıyor karşımıza : Burak Gürpınar’ın çaldığı davul tabi ki... Demoları dinlerken bu teklif bu kez Burak tarafından geldi ve duyar duymaz hemfikir olduk, çok sevinerek atladık hemen.

Cumhur: Albümde yer alan konuk sanatçıların hepsi de Çilekeş’i en az bizim kadar sahiplenen insanlar. Rock camiasında buna benzer dayanışmaların olması da çok sevindirici, çünkü bu iş en çok birlikte yapıldığı zaman keyif veriyor. Zaten genelde rock müzisyenleri arasında yapılan ortak çalışmalar genellikle arkadaşlık ilişkileri doğrultusunda, “samimice” yapılıyor. Bu yüzden ortaya çoğu zaman uyumlu ve güzel işler çıkıyor...

Albümün kayıtları ITU MIAM’da yapılmış. Özellikle tercih etmenizin nedeni var mı?

Görkem: Daha önce de bahsettiğimiz gibi albümün tamamen istediğimiz gibi olması için bazı şeylerin sağlanabildiği bir ortam talep ediyorduk. Bunların başında da kafamızdaki soundu yaratabilmek için prodüktörümüz Volkan Başaran’ın önerilerini dikkate almak geliyordu. Türkiye’de özellikle davul kaydı konusunda bazı eksiklikler olduğunun farkındaydık ve Volkan sound konusunda kesinlikle sözü dinlenmesi gereken bir insan. Bu yüzden davul kayıtlarını MİAM’da yapma konusunda çok ısrarcı davrandık, kesinlikle ihtiyacımız olan soundu çıkarabileceğimiz bir stüdyo MİAM.

MIAM’ı müziğin gelişimi açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?

Cumhur: MİAM öncelikle kayıt teknolojisi yönünden benzerlerinden üstün bir stüdyo, bu da orada çalışan müzisyenlerin kafasındaki soundun gerçeğe dönüşmesini kolaylaştırıyor. Teknik aksaklıklarla ya da imkansızlıklarla boğuşmak yerine sınırları zorlamak daha iyi sonuçlar doğuruyor. Ayrıca yetiştirdikleri ses mühendisleri müzik piyasasındaki çok büyük bir açığı kapatıyor ve işini gerçekten iyi bilen teknisyenlerle çalışmak bizleri çok rahatlatıyor.

Albüm kapağındaki görselleriniz çok güzel. Christopher Brown kimdir?

Cumhur: Albüm kapağımız uzun bir çalışma sonucu ortaya çıktı ve birden fazla insanın emeği var bu işte. Kapaktaki silüet Fatih Uysal’a ait, Yine kapaktaki çilekeş logosu çok sevdiğimiz dostumuz Burak Gürpınar’ın elinden çıktı. Tasarımlar ise Özlem Ölçer ve Tarık Özbalkan’a ait. Fotoğrafları ise Christopher Brown çekti. Kendisi alanında çok başarılı bulduğumuz bir insan ve dünya çapında bir çok müzisyen ve gruplarla çalışmaları mevcut.

Albümden önce de zaten bir çok konser vermiştiniz. Dinleyicileriniz yine vardı. Konserlerinizde ve dinleyici profilinizde nasıl bir değişim gözlemliyorsunuz?

Cumhur: Albüm öncesinde de bizi takip eden ve neredeyse bütün konserlere gelip şarkılarımızı bir ağızdan söyleyen bir kitlemiz vardı. Ama bu kitle çoğunlukla Ankara’daydı. Albümle birlikte çok daha büyük bir kitleye sesimizi duyurmuş olduk. Konserlerimiz daha kalabalık olmaya başladı ve Ankara dışındaki şehirlerde de çok keyifli konserler vermeye başladık. Tabi seyircinin sesi de daha gür çıkmaya başladı doğal olarak...

.Radikal Gazetesi’nde yayınlanan bir röportajınız için tekzip yapmışsınız. Ve orada prodüktörünüz Volkan “albüm bitti ama siz hala bir şeyler talep ediyorsunuz” demiş. Neden o kadar gerilimli bir dönem yaşadınız? Nelerdi Volkan’ın bahsettiği talepleriniz?

Cumhur: Grupça yaptığımız işlerin yapabileceğimizin en iyisi olmasını istiyoruz her zaman. Bu da ciddi bir özeleştiriyi beraberinde getiriyor. Acaba şu şarkının burasını şöyle mi yapsaydık türünden konuşmalar sürekli oluyor. O dönemde de “acaba” sorusu hiç eksilmediğinden Volkan’dan bu tür taleplerimiz oluyordu.

Parçalarınızın sözleri çok karamsar ve olumsuz geldi bana. Yazım süreci nasıl geçiyor? Sözleri kim yazıyor, ortaklaşa mı çıkıyor?

Ali: Genelde ben ve Görkem yazıyoruz sözleri..Yazım süreci diye bir şey pek yok aslında..Geliyor ve gidiyor..O an içinde ne varsa, dışarı ne çıkıyorsa artık..En son Cucu gelip imla kontrolü yapıyor..

. Sizin renginiz siyah mı? Ne? Neden?

Ali: Siyah iyidir..

Müzik gruplarında amatör ruhu korumanın şart olduğu söylenir bazılarınca. Sizce?

Cumhur: Amatör ruh dendiğinde benim anladığım şey; heyecanını ve müzik yapma isteğini kaybetmemek. Bu yüzden kesinlikle var olması gerekli diye düşünüyorum.

Başka müzisyenlerle yapılan düetler genelde albümde kalır. Ama siz sürpriz yapıp Fuat ya da Aylin Aslım’ı da konserlerinize dahil ediyorsunuz. Önümüzdeki konserlerde de dinleyicileriniz böyle sürprizlere hazır olsun mu?

Cumhur: Albümdeki düetler sırf düet de bulunsun arada diye yapılmadı. Gerçekten yaptıkları işleri beğendiğimiz ve beraber müzik yapmaktan keyif aldığımız kişiler hepsi. Bunu sahneye taşımak da ayrı bir keyif veriyor bize, umarım bu birliktelikleri tekrarlayabiliriz zaman içinde.

Müzisyenler arasında kıyas yapmak müziğin gelişimine katkı sağlar mı? Başka gruplar bir kıstas olabilir mi? Sizin Manga’yla bir arkadaşlığınız var ama yine de sürekli onlarla kıyaslanmaktan rahatsız mısınız yoksa işin doğal süreci mi bu?

Ali: Ülkemizde bu müziğe dair fazla alternatif yok..Haliyle insanların birilerini birilerine benzetmesi çok doğal..iyi mi kötü mü bilmiyorum ama rock piyasası genişledikçe herkesin kafası da rahatlıyacaktır..

. Sizin ülkemizde beğendiğiniz müzisyenler kimler?

Ali: Kurban var Athena var Tamburada var..Liste çok uzun..

Müzik dışında neler yaparsınız?

Cumhur: Aslında müzik dışında yaptığımız az şey var diyebilirim. Okullarımıza devam ediyoruz, arkadaşlarımızla vakit geçiriyoruz. Pek özel bir şey yok aslında.

. Play station hobiniz varmış. Hangi oyunları oynamayı tercih ediyorsunuz? Sevgililerinizden ya bilgisayar ya ben diye tehdit aldığınız oluyor mu?

Ali: Futbol oynuyoruz genelde..Pes5 bu aralar..Gruplar arası tekliflere açığız..

Tehdit aldık mı bilmiyorum ama buna çok müsait derecede vakit ayırıyoruz sanırım..


Önümüzdeki günlerdeki programınız neler?

Cumhur: İkinci klibimizi “kendimden geriye” ye çektik. Yönetmenliğini Gürcan Keltek yaptı ve bizi tatmin eden güzel bir çalışma oldu. Yakın zamanda müzik kanallarında görebilirsiniz bu klibi. Konser bilgilerini ise www.cilekes.com.tr adresinden takip edebilirsiniz.


Seksendört'ün gizli bir tarikatı mı var?

Geçtiğimiz yıl rock müzik açısından verimli bir yıl oldu denilebilir mi? Duman, Athena, Kurban, Replikas, Direct, Şebnem Ferah, Vega ve nicesi yeni albümlerini yayınladı. Bildik isimlerin dışında pek çok yeni grupla da tanıştık. Çilekeş, Teneke, 110, Deja-Vu, Dorian ve Badem bunlardan birkaçı… Televizyon ve radyolardan çok daha önce internet yoluyla tanıştığımız seksendört grubu da ikinci kategoride albüm çıkaran gruplar arasında. Aslında albüm çıkmadan önce de verdikleri sayısız konserle kendi dinleyici çevrelerini oluşturmuşlar. Grubun adı da sizi yanıltmasın. Çocuklar 84’lü değil, yaş ortalamaları 23. Ve bir çok rock grubuyla ortak özellikleri Ankaralı oluşları. Ama Ankara’dan ayrılmaya pek niyetleri yok. .

Daha albüm çıkmadan herkes sizi tanıyor. İnternette neredeyse hakkınızda 3000 yorum var. Sizin için oluşturulmuş gizli bir tarikat falan mı var yoksa?

Tuna: Bir tarikattan haberimiz yok. Zaten “Ölürüm Hasretinle” parçasının demosu da ilk olarak internette yayıldı. Aslında 3000’den daha fazla yorum var. Bu albümden önce de böyleydi. Kolay anlaşılabilir bir anlatım dilimiz olduğundan, her kesimden çok fazla sevenimiz var.

Sizi bilenler "Sex&Dirt" olarak biliyor. İlk önce böyle kullanıyordunuz, sonra niye bu "seksendört" e evrildi?

Serter: Evet, grubu ilk kurduğumuzda İngilizce besteler yaptığımız için sex&dirt olarak anılıyorduk. Ama Türkçe müzik yapmaya başlayınca böyle olmasını daha uygun bulduk.

İlki daha anlamlı sanki. 84 uğurlu rakamınız mı yoksa?

Serter: Yok, aslına bakarsan uğurdan daha fazlasını içeriyor.

Hacettepe olarak tanınmanızın nedeni ne? Parçanızdan mı kaynaklı yoksa Hacettepe Üniversitesi’nde verdiğiniz muhteşem konserlerle bir ilgisi var mı?

Erdem: Gerçekten de Hacettepe Üniversitesi’nde verdiğimiz tüm konserler çok iyi geçti. Bu ismi biz kendimiz takmadık ama sanırım bu sebepten dolayı böyle anılıyoruz.

Albüm süreci nasıl geçti?

Okan: Albüm üzerinde neredeyse bir yıl çalıştık. Albümü Ankara ÇSM STUDIO' da Tuna ve ben kaydettik. Mixaj’ı da bize ait. Parçaların oluşma evresi de önce Tuna ve erdem iskelet bir şeyler hazırlayıp gruba sunuyor, son hali, Serter ve benim katılmamla stüdyoda oluşuyor. Albümdeki 10 şarkının sözleri ve bestesi bize ait.

Albüm çıkarma aşamasında karşılaştığınız zorluklar nelerdi?

Erdem: Tabi grubun kendi albümünü kendisinin kaydetmesi zor bir şey sonuçta.Teknik ekipman eksiklerimiz vardı ama bu bizi daha çok gaza getirdi. Planlı ve programlı ve gayet eğlenceli bir şekilde kaydettik. Tabii mix aşaması artık delirme belirtileriyle sonlandı.

Hangi parçalara klip çekmeyi düşünüyorsunuz?

Tuna: İlk klibi ‘Ölürüm Hasretinle’ parçasına çektik. Elimizden gelse hepsine çekmek isteriz ama bu olanaksız. Hepsini çok sevdiğimiz için şu an karar aşamasındayız.

Internet sitenizin tasarımı çok güzel olmuş. Tasarımı kime ait?

Okan: Teşekkür ederiz. Sitenin tasarımı Ankara'dan arkadaşımız olan Gürkan Erol'a ait. Biz de çok beğendik, sonuçta sitemizin bizi yansıtması sevindirici.

Canlı bir forumu da var. Dinleyicilerinizin sizi sitenizde online görme ihtimali nedir?

Serter: Şu an için ihtimal yok. Ama sitemiz tam anlamıyla oturduğu zaman böyle bir platform oluşturmayı düşünüyoruz.

Peki, sitenizde gördüm: 84 mania nedir?

Erdem: 3 sene öncesinde fan klüplerimizden birisinde başlatılan bizimle ilgili tüketim araçlarını içinde barındıran bir proje.

Bugünlerde artık insanlar albüme para vermektense internette paylaşım programlarından albüm indiriyorlar. Müziğin bu şekilde nette dolaşımına ve sınırsızca paylaşımına nasıl bakıyorsunuz?

Serter: Grubun tanıtımı ve müziğin paylaşımı için internet çok faydalı bir iletişim aracı. Fakat bizde bunun da yasal olarak yapılması gerekiyor. Diğer ülkelerdeki veya Avrupa’daki örnekler gibi çok cüzi miktarlarla ücretler talep edilebilir. Fakat bu işin korsandan farkı yok. Ülkemizde yapacak hiçbir şey yok gibi görünüyor. Sadece bilinçli bir dinleyici kitlesi oluşması gerekiyor.

Bugüne kadar nerdeyse 500 konser vermişsiniz. Çok iyi bir rakam. En çok zevk aldığınız konser hangisiydi?

Okan: Şu zamana kadar çok iyi ve kötü şartlarda konserler verdik. Hepsinin tadı başkaydı. En çok zevk aldığımız konserler, Hacettepe Üniversitesi şenlikleri, Bolu İzzet Baysal Üniversitesi, Fethiye Kayaköy.

Kıyaslama yapacak olursak büyük şehirde yaşayan dinleyicilerle, ufak şehirde yaşayanlar arasında ne gibi farklar gözlemlediniz?

Serter: Büyük şehirde olanak ve alternatifler çok olduğu için seçici olmak gibi bir şansları var. Ufak şehirlerde ise böyle bir lüks fazla yok. Ve biz bu yüzden Anadolu’da konser vermeyi çok istiyoruz.

Ankara'nın havası mı suyu mu? Niçin hep iyi gruplar ve fazlasıyla müzisyen Ankara'dan çıkıyor? Sizce bu "ciddi" şehir sizin müziğinizi nasıl etkilemiştir?

Okan: Ankara'da müzisyen olabilmek için gerçekten çok çalışmanız gerek. Ankara seyircisi çok seçici davranıyor. İstemediği grubu dinlemeyerek onları daha çok çalışmaya teşvik ediyor. Kötü yanları olsa da müziğimize pozitif etkisi var Ankara'nın.

Ankara'dan İstanbul'a yerleşmeyi düşünüyor musunuz?

Tuna: Hayır!

Rock müziğin ülkemizdeki gidişatını nasıl buluyorsunuz?

Serter:Biz olmasaydık her şey çok güzel olacaktı. Ama biz çıkınca ortalık karıştı!

Sizin beğendiğiniz yerli gruplar hangileri?

84: Ünlü, Athena, Kurban, Metropolis, Çilekeş, Duman, Kangroove…

King Kong

Sizin için oldukça sıradan olan bir gün, nasıl olur da hayatınızın en heyecan verici gününe dönüşür? Mesela her zaman geçtiğiniz yollarda yürüyorsunuz, her zamanki ağaçlar, binalar ve trafik ışıkları… Anormal bir durum yok. Siz hep yaptığınız gibi köşedeki kafede arkadaşlarınızla bir şeyler içip, aynı muhabbetleri çevireceksiniz. Sonra da evinize dönüp biraz tv izleyip yatacaksınız. Evet, oldukça sıkıcıymış.

Peki ya siz köşedeki kafeye giderken karşınızdaki binalardan dev cüssesiyle bir King Kong çıkarsa? Koca koca gökdelenleri pençe dokunuşuyla tuz buz eden, trafik lambalarını, elektrik direklerini ve ağaçları yerinden söken bir canavarın elinde arkadaşlarınızın olduğunu görseniz! Baksanıza hem de zavallıcıklar King Kong’un avucunun içinde küçücük kalmışlar. Tam bir kabus!

İmkansız denileni başararak ünlü yazar Tolkien’in ‘’Yüzüklerin Efendisi’’ eserini sinemaya uyarlayıp 17 Oscar’ı evine götüren usta yönetmen Peter Jackson, şimdi de başka bir dev projeye imza atıyor. İlki 1933 yılında çekilen ve daha sonra defalarca sinemaya uyarlanan King Kong’u bir kez daha beyazperdeye taşıyor.

Bir film yapımcısı olan Carl Denham, ekibiyle birlikte egzotik Kafatası Adası’na gelir. Adanın isminin, yerlilerin tanrılarına kurban ettikleri insanların iskeletlerinden geldiği filmin başında anlaşılır. Denham’ın ekibinde yer alan sarışın ve güzel oyuncu Ann Darrow da bu merasimden nasibini alacaktır. İlk kez sarışın bir kadın gören yerliler, Ann’i kaçırıp tanrılarına kurban etmek isterler. Adanın tanrısı ise dev King Kong’un ta kendisidir.

Ancak hikayenin örgüsü King Kong’un gorilliğine bakmadan Ann’e aşık olmasıyla değişir.

Ekiptekiler, Ann’i kurtardıktan sonra King Kong’u yakalayarak New York’a getirirler. Büyük bir iş başarmanın keyfini yaşayan ekibin amacı bu devi şovlarında çıkarmaktır. Ama Ann’in aşkıyla yanıp tutuşan bu iri cüsseli yaratık, bir yolunu bulup kaçmayı başarır ve New York sokaklarını cehenneme çevirir.

Kim bilir belki de Peter Jackson, 9 yaşına kadar her sıradan çocuk gibi büyüyünce itfaiyeci ya da pilot olmak istiyordu. Ancak 9 yaşındayken izlediği King Kong filmi sayesinde bugün dahi bir yönetmen olarak karşımızda. ‘’Hiçbir film, King Kong kadar benim hayal gücümü harekete geçirmedi. Dokuz yaşımda o filmi izlediğim için bugün film çekiyorum ben. Yönetmenliğe başladıktan sonra da tek hayalim, bu klasik öyküyü yeniden beyazperdeye uyarlamaktı. King Kong’un öyküsü, bir yönetmenin arzu edebileceği her şeye sahip. Orijinal bir anlatı, heyecan verici aksiyon, sarsıcı duygular ve akıldan çıkması imkansız karakterler. Bu yüzden bugüne kadar ayakta kalabildi zaten. Geçmişten gelen bu mirasın bir parçası olduğum için gurur duyuyorum.’’ diyor Jackson.

Gördüğünüz gibi, King Kong’u yeniden çekme öyküsü ‘’Yüzüklerin Efendisi’’nden çok daha eskiye gidiyor. Ancak bu filmi tekrar çekmek için yeterli bütçesi olmayan yönetmen uzun süre sadece bir hayalle yaşıyor. 1996 yılında Universall Stüdyoları, Peter Jackson’un ‘’The Frighteners’’ filmini oldukça beğeniyor ve O’na King Kong’u tekrar çekmeyi öneriyor. Ne var ki o dönem Hollywood’da ‘’Godzilla’’ ve ‘’Mighty Joe Young’’ fırtınaları estiği için, King Kong’un arada kaynamasını istemiyorlar ve proje askıya alınıyor.

Projenin askıya alınması isabet olmuş çünkü aradan geçen yıllarda efekt teknolojisinin çok daha gelişmesiyle şimdi King Kong en iyi haliyle karşımızda. İlk filmin orjinaline sadık kalan Jackson’ın King Kong’unun en ayırıcı özelliği kullanılan efektler. ‘’Yüzüklerin Efendisi’’ üçlemesinde de efektleri ustaca kullanan yönetmenin New York sokaklarını ne hale getirdiğine inanamayacaksınız.

Filmde, yönetmen Carl Denham rolünde 2000 yılında ‘’High Fidelity’’ filmindeki rock müzik delisi çatlak Barry’yi canlandıran Jack Black var.Güzel sarışın Ann Darrow’un rolünde ise ‘’Mulholland Drive’’ filmindeki başarılı performansıyla akıllara kazınan ve son olarak ‘’21 Gram’’ filmiyle adından söz ettiren Naomi Watts karşımıza çıkıyor. Başarılı oyuncuları kadrosunda toplayan King Kong’un en önemli kozlarından biri de ‘’The Pianist’’ filmiyle Oscar’ı cebe atan Adrien Brody. Bundan beş yıl önce film ilk kez gündeme geldiğinde, Ann Darrow rolü için düşünülen isim, ‘’Titanic’’ filmi ile dünya çapında üne kavuşan Kate Winslet’ti. Ancak Naomi Watts’ın da rolünün hakkını verdiğini söylemek gerek.

Filmin çekimleri ise iki farklı ülkede gerçekleşmiş. Kafatası Adası’nda geçen sahneler yönetmen Peter Jackson’un anavatanı olan Yeni Zelanda’da çekilmiş. Hatta Jackson’ın buraya milyonlarca dolarlık bir stüdyo kurarak ülkesine büyük katkı sağladığını da biliyoruz. Filmin ada dışında geçen öyküsünün çekimleri de New York’ta tamamlanmış.


Dorian ve Yeniden Hayata...

Rock, drum&bass, acid cazz, Anadolu ve tasavvuf etkilerini harmanlayıp ortaya yepyeni bir tat sunan Dorian, ilk albümleri “Yeniden Hayata”yı global müzik firması EMI ve Capital ortak yapımı ile yayınladı. Capital Records’un Türkiye’de yayınladığı ilk albüm olma özelliğini de taşıyan “Yeniden Hayata” vesilesiyle Beyoğlu’nun ‘’müzisyenler kahvesi’’ Pendor’un müdavimlerinden Dorian elemanlarıyla bir araya geldik. ‘’Rakıyla peynir, rock’la ney iyi gider’’ deyiminin ortaya çıkmasına yol açacak gruba teybimizi uzattık. Anladık ki Alex konuşmayı pek sevmiyor.

Porno Sezar nerelerde?

İlkin: Vefat etti.

Siz mi öldürdünüz?

İlkin: Yok,ama gerçekten öldü.

Memet: Porno Sezar, Tünel’de yaşayan evsiz, berdüşt, hafif de çatlak bir adamdı.

İlkin: Ama hiç aptal değildi.

Murat: Enteresan bir adamdı. Şarkının ismi oradan geliyor. İlkin de güzel bir hikaye yazdı.

İlkin: Porno Sezar’dan yola çıkarak, evde kendi kendisiyle aynanın karşısında tartışan bir adamın hikayesi bu.

Albümde Hakan Kurşun, Tarkan Gözübüyük, Alp Turaç, Ercan Irmak ve eski Kurban solisti Deniz Yılmaz gibi isimler göze çarpıyor. Böyle bir kadroyla nasıl bir araya geldiniz?

Murat: Zaten bu isimlerle çalışabilmek için albümü geç çıkarttık diyebiliriz. Doğru zamanda, doğru yerde, doğru insanlarla çalışmak istedik. Hakan Kurşun, Türkiye’nin en önemli sound adamı. Deniz’le zaten eskiye dayanan bir dostluğumuz var. O her zaman bize destek olmuştur. Ercan Irmak var, ‘Gel Gör Beni’de ney üflüyor.

İlkin: O da gerçekten parçayı çok güzel yaptı. Normalde stüdyo albümlerinde çalmıyor ama Hakan Kurşun’un ricasını kırmadı geldi. Albümü de çok beğenmiş, sağolsun.

İlk albümlerini çıkaran gruplar genelde başka isimler ağırlıyor albümlerinde. Sizin albümde de Kurban’dan Deniz var...

İlkin: Deniz, daha amatörken bile bizi destekliyordu. Her zaman bu albümü beraber yapma planımız vardı. Ama bir türlü denk gelmedi. Bizim albümün yapım aşamasındayken o da kendi albümünün kayıtlarıyla uğraşıyordu. ‘Eksi Yaşam’ı da Deniz kaydetmişti. Biz de bir şekilde ona teşekkür etmek istedik.

Sizce ünlü isimlerle çalışmanın yeni albüm çıkaran gruplara getirisi oluyor mu?

Murat: Eğer tüketim amaçlı bir parçadan bahsediyorsan elbette faydası oluyor.

İlkin: Ama Deniz’in olduğu parça ticari amaçlı değil. Stüdyodaydık; Deniz gelsin, söylesin istedik. Telefon açtık. Düşünmedi bile, hemen kabul etti. Deniz çok yetenekli bir müzisyen. Kurban da Türk rock müziği açısından bir devrimdir. Özellikle 1999 albümleri kesinlikle öyle.

Albüm dört kez mix’lenmiş. Kayıt aşamasında ne gibi şansızlıklar yaşadınız?

Memet: Şansızlıkla alakalı değil. Sound konusunda çok titiz davrandık. Bir parçanın başına oturduğuz zaman istediğiniz gibi tınlamama olasılığı çok yüksek. İstediğimiz sound’u alana kadar bekledik.

Murat: Boğaz Köprüsü’nün üzerindeyiz. Trafik de var. Sizin köprüden bakışınız, Ortaköy’den köprüye bakan adamınkiyle çok alakasız oluyor. Bizim de dışarıdan bakan gözlere ihtiyacımız oldu. Ve güzel isimlerle çalıştık.

Albümün prodüktörlüğünü de kendiniz üstlenmişsiniz. Prodüktör ne kadar önemli bir albümde?

İlkin: Çok önemli.

Artık insanlar bir albüm aldıklarında hemen prodüktörüne bakıyor.

Memet: Bu çok güzel bir şey aslında.

Murat: Eskiden müzik kanallarında bir parça anons edilirken kimse prodüktörünü söylemezdi.

İlkin: Biz albümün prodüktörlüğünü kendimiz yaptık ama her zaman Hakan Kurşun’un denetim ve önerileri oldu. Ama o daha çok bizim tek başımıza neler yapabileceğimizi görmek istedi.

İlk albüm ve tek başına. Riskli değil mi?

Murat: Stüdyoya girmeden önce kimlerle çalışabileceğimizi düşündük ama Türkiye’de prodüktör olarak bizimle çalışabilecek birini göremedik. Dorian’a prodüktörlük yapacak kişinin altıncı üye gibi olması gerekiyor. Ve bizi, bizden daha iyi anlatabilecek kimse yok sonuç olarak.

İlkin: Gerçekten çok iyi birisiyle karşılaşırsak ya da yurt dışından bir prodüktör bulursak ileride onlarla çalışabiliriz. Belli olmaz.

Replikas son albümünde mesela Amerikalı bir prodüktörle çalışmıştı…

Memet: Harika!

Murat: Replikas’ı zaten beğeniyoruz.

İlkin: Evet, mesela Wharton Tiers Replikas’a tam olmuş. Ben çok beğendim. Ama o bize oturmazdı.

'Bakma Yüzüme' parçasının klibi MTV’de World Chart Express'te 'exclusive' olarak yayımlandı. Daha sonra MTV'deki Switch On adlı programında da ekrana geldi. Şaşırdınız mı?

Murat: Biz daha stüdyoda mix yaparken klibin MTV’de yayınlanacağı haberleri gelmeye başladı. Ne MTV’si? Ne oluyoruz? Çok şaşırdık çünkü ortada böyle bir şey hiç yoktu.

Klip yönetmenlerinden Uçman Balaban ‘Eğer klibin MTV’de yayınlanacağını bilseydik daha da çok özenirdik’ demiş. Sizce nasıl bir iş çıkardı?

İlkin: Sonuçta onun da ilk klibi. Türkiye’de klip yönetmenleri aynı tornadan çıkmış gibi klip yapıyorlar. Ama Uçman farklı şeyler deniyor. Kesinlikle desteklenmesi gereken biri ve bizim klipte de iyi bir iş çıkardı.

Söz, müzik ve görsellik. Pastanın büyük dilimi hangisinde?

İlkin: Üçü de çok önemli elbette.

Murat: Pastanın büyük dilimi değişir sürekli. Müziği televizyondan takip eden birisi için farklı, internetten indiren için farklıdır. Ama yüzde 60 müzikse, yüzde 40’ını da görselliğin oluşturması gerekir.

Sizin sözleri sonradan müziğe adapte ettiğinizi öğrendim.

Murat: Evet ama bu sözleri önemsemediğiniz şeklinde anlaşılmasın. Biz folk mantığında, elmize gitar alıp söz yazmıyoruz. Aramızda bir paslaşma var. Önce duygularımızı enstrümanlarla müziğimize katıyoruz. Onun üzerine de İlkin sözleri yazıyor.

İlkin: Lost Highway’in soundtrack’i filmden etkilenilip yapılmıştır. Filmin müziğe etkisi gibi, müzik de sözlere etki ediyor. Böyle düşünün. Mesela kimse bizim şarkılarımızı eline gitar alıp plajda kızlara söyleyemez yani.

Tasavvufla aranız nasıl?

İlkin: Tasavvuf Müslümanlığın en güzel çizgisi ve Türk müziğinin de en güzel noktalarından biri bence. Yunus Emre de büyük bir hümanist. O zamanki yapılan ilahiler de, şimdinin new age müziği gibi. Albümümüzde yer alan ‘Gel Gör Beni’ de zaten hepimizin küçüklüğünden beri dinlediği bir parça.

Rastgele seçilmiş bir parça değil yani...

Memet: Biz bu parçayı 2002’den beri çalıyoruz. Albüme bir cover koyalım diye bunu seçmedik. İnanılmaz melodisi olan bir parça.

İlkin: Ney çok etkili.

Özellikle oturup ney taksimleri dinler misiniz?

İlkin: Ney taksimleri çok keyifli. Çok güzel bir albüm çıktı. Neyzen Tevfik’in tüm radyo kayıtlarını almışlar. Biyografi gibi. Muhteşem bir albüm olmuş. Ne zamandır onu dinliyorum.

Murat: Bence de çok keyifli. Yapmadıysan, yap derim sana!

Alex, sen aynı zamanda Direct ile çalışıyorsun. Devam ediyor mu?

Alex: Ediyor tabii.

Ee, hayat nasıl gidiyor? Neler yapıyorsun?

Alex: Güzel gidiyor. İşte, bir şey yapmıyorum!

Konserlerinizde yaşadığınız talihsiz bir olay oldu mu hiç?

Alex: Roxy...

İlkin: Evet, Roxy’de sarhoş bir adam bizim yerimize ödül almak için sahneye çıkmıştı. Biz çok arkadaydık, sahneye gelene kadar adam ödülü aldı bile. Ama neyse ki güvenlikler fark etti durumu!

Şimdi sırada ne var?

Murat: Yoğun bir konser dönemi. Şubat sonunda şehir dışında konserler vermeye başlayacağız. Dinleyiciler konser tarihlerini dorianweb.com’dan takip edebilirler.

İlkin: ‘Gel Gör Beni’ye klip hazırlanacak. Mart başı gibi yayınlanır herhalde. Bilgisayarda çok işi olacak çünkü.

Yeni klip için yine Uçman Balaban’la çalışmayı düşünüyor musunuz?

İlkin: Henüz belli değil, ama bundan sonraki klip çalışmalarında yine Uçman’la çalışmayı isteriz.