Cuma, Eylül 22, 2006

Microdalga Fırın, Çim Biçme Makinesi ve Goldfrapp




Britanya Adası’nın şehir dışında, yeşillikler içindeki bir kulübesinden yükselen müzik sesleri nasıl olur sizce? Bir peri kızının lir çalmasını mı arzu edersiniz yoksa gayda sesleri mi? Tabii kulübe dediysek Heidi’nin dedesiyle birlikte önünde keçi otlattığı bir köy kulübesi düşünmeyin. İçerisi sizi yanıltır. Synthzerlar başta olmak üzere çağın manyetik seslerini içinde barındıran tüm aletler bu çatı altında. Berlin’in kaotik atmosferinin tersine büyük bir parti için ideal bir kır evi. Buradan yükselen çığlıklar ve erotik soundlar ise Goldfrapp’a ait.

Alison Goldfrapp ve Will Gregory ikilisi “Supernature” adlı albümlerini çıkaralı yine epey bir zaman oldu. Hatta İngiltere’nin medahar-ı iftiharı Coldplay’le birlikte çıktıkları 18 konserlik Avrupa turnesini de tamamladılar. Eski yılın son günlerinde Alison Goldfrapp, Madonna’ya sövmesiyle gündemdeydi. Madonna’yı son albümünde taklitçilikle ve hatta kati hırsızlıkla suçlayan Alison’un gözden kaçırdığı bir şey vardı: Stuart Price! Bu ay içinde İstanbul’a uğrayıp bir konser verecek olan Zoot Woman’ın has adamı olan Price, Madonna’nın tepeden bakan son albümü “Confessions On A Dance Flor”un prodüktörü olduğu kadar, Goldfrapp’ın aşağı yukarı Madonna’yla aynı dönemde çıkardıkları “Supernature” albümünün de prodüktörü. Haliyle iki albüm arasında Alison’un bahsettiği gibi bir benzerlik varsa bunun kabahatini Madonna’da değil Stuart Price’da aramak gerekli.

Neyse, dedikoduyu bırakıp ciddi konulara dönelim. Goldfrapp’ın müzikal yolculuğu 2000 tarihli “Felt Mountain” albümleriyle başladı. Kimileri için bu bazı grupların ilk albümlerinde yakaladıkları bir şanstı ve bu şans yüze bir kez gülerdi, kimine göre ise Goldfrapp daha iyisini yapabilirdi. Aslına bakarsanız bugüne kadar yayınladıkları üç albüm de birbirinden çok farklı. O nedenle hangisi daha iyi diye bir kıyaslamaya gitmek günah olmasa da mekruh sayılabilir.

İkilinin birliktelikleri ise çok eskilere dayanmıyor. Bir araya gelip de yıllarca müzik yaptıktan sonra güç bela bir albüm çıkaranlardan değil onlar. Sene 1999. İlk karşılaşma. Derin bir sessizlik. Şüpheci bakışlar ve karşısındakinin davranışlarını kodlayan iki farklı beyin. Sonra şiddetli bir çarpışma, patlama ve mekan değişir. Şimdi küçük bir oda. Yine sessizlik. Ama bu sessizlik temel iletişim biçimi olan konuşmanın yerine cızırtılı sesler ve buğulu bir vokalin kimi çığlık çığlığa kimi zaman ilahi okurcasına oluşturduğu bir sessizlik. Will ve Alison bir araya geldiğinde konuşma ihtiyacı duymuyor. “Konuşmuyorsun. Sadece müziğini yapıyorsun ve dünyanın en büyülü olayının içinde olduğunu farzediyorsun.” Diyor Alison.

“Supernature”da karşımıza işte bu sessizliğin mahsulü olarak içinde envai çeşit müzik aletinin bulunduğu bir kır evinden çıkıyor. Müzik aletlerinin arasına birkaç değişik boy çim biçme makinesi koymayı da ihmal etmeyin. Georgian tipi debdebeli bir şato beklemiyorsanız tabii. Amplifierların yanında mikrodalga fırın var. “Ve ekmek sandığı. Arkasında da dışarıda atların koşturduğu bir manzara.” İşte dekorasyonu bu sözlerle tamamlıyor Will. Synthesizerın sesine kuş cıvıltıları eşlik ediyor. Ve ortaya Berlin, New York ve Bristol arasında gidip gelen elektronik ve glam cross arası ortaya karışık bir Brit Pop çıkıyor.

Bu kadar tasviri boşuna yapmadık. Goldfrapp’ın “Supernature”ını dinlerken işte o kuş seslerini beyninizin derinliklerinde duyacak, sevgilinizle gelincikler arasında güneş dansı yapacak ve belki bir ayağı New York’ta bir ayağı Paris’te olan bir gökkuşağında kaydırak yapacaksınız. Ama “Ooh La La” sizi o ebemkuşağının tepesinden aşağı indirip Londra’da bir striptiz kulübüne götürecek. Kırmızı neon ışıkları; gövdesi zebra, fil ve belki tavuk ama kafaları insan olan tuhaf yaratıklar, kalabalık. Ve biraz ileride Alison striptiz yapıyor. Yırtık file çoraplarını çıkardığını hiç görmedik. Muhtemelen yine çıkarmayacak. “Ohhh La la la! İstediğim sadece parlak bir şehvet!”. Neye ihtiyacı olduğunu seksi bir matematik öğretmeni edasıyla dile getiren ve elinde cetveliyle üzerinize üzerinize gelen bu fena halde glam-pop parçasından “Love 2 C U” parçasına kadar kaçabilirsiniz. Bu kez, Alison’un kristal sesi ve tiz çığlıklarının eşliğinde buzdan bir kulübe gidiyoruz. Kirliden öte, bozuk hissi veren ritmler ise kulübün içinde sonsuz bir ışık ve ses huzmesi oluşturacak. Tabii bu sıralama albümü ortalardan bir yerlerden başlayıp, başa doğru dinleyen ve sonuna nasıl geldiğini anlayamayan teknik aksak kafalar için geçerli.

Albümün ilk üç parçasında tempo hiçbir şekilde düşmüyor. Belki vücudunuzun ritmi değişiyor. Ama “Ride A White Horse”u da atlattıktan sonra ferah ferah soluklanabileceğiniz parçalar geliyor. Kesik vokaller eşliğinde başlayan “U Never Know” dokunaklı ve içli bir parça. Albümdeki çoğu parça insana sanki dünyada günlük koşuşturmalar, yere tükürüp size omuz atan insanlar, kocaman kocaman gri plazalar ve klostrofobik, enformatik zengin mönülü ruh hastalıklarının kalmadığı ve hatta hiç olmadığı hissi uyandırıyor. Siz sanki bunlarla hiç karşılaşmamışsınız gibi sarı ayçiçek tarlaları arasında yüzünüzü yalayan hafif bir rüzgar eşliğinde uçurtmanızı uçuruyorsunuz. Borsanın dalgalanması, bitirme sınavları, şu saniye dünyanın her hangi bir yerinde patlayan bombalar ya da yarına yetiştirmeniz gereken bir yazı umurunuzda bile değil. İşte dünya böyle. Neşe ve keyif kaynağı bir gezegen burası. Ve hatta tüm uzaylılar da dost.

Son olarak Pawel Pawlikovski'nin son filmi "My Summer Of Love"dan bahsetmek gerek. Bafta Ödülleri'nde 'En İyi İngiliz Filmi' ödülü dışında 2004 Edinburgh Film Festivalinde, Standard British Film Awards'da ödüller alan ve birçok İngiliz eleştirmeninden tam not alan, iki lezbiyen kızın aşkı ekseninde dönen filmin etkileyici müzikleri de bizim ikilinin elinden çıkmış. Zaten küçük bir kasaba, orman, nehir ve yüksek dozda erotizm içeren bu filmin müziklerinin Goldfrapp’tan başkasına emanet edilecek olması düşünülemezdi.

Kopyalanmamış bir stil, her koşulda eğlence ve mutluluk ve tabuların yasak kelimeler söylenmeden bulunması, tiyatral sahne şovları, etkileyici görsellik ve seksüel abartı…’’Biz başardık. Çünkü sandığınızdan çok daha zekiyiz. Black Cherry albümünü yaparken biz hala kendimizi keşfetmeye çalışıyorduk. Oysa şimdi kendimizden eminiz.’’ . Alison’un bu sözlerinin üzerine Will şunları ekliyor: “Kendimizi ifade etmenin başka yollarını bulduk.’’ Kendi kurallarını yıkarken eğlenmek. İşte Goldfrapp’ın sırrı selameti...

basatap

Daisuke Inoue ve parodi Nobel’li aleti karaoke

Geçtiğimiz yüzyıl, gerekli alet edevat ve ses yoksunluğu gibi teknik yetersizlikler nedeniyle şarkı söyleyemeyen ama içinde star ruhu taşıyan henüz keşfedilmemiş yeteneklere süper bir alet sundu. Telaffuz ederken kulağa ginger, humbaracı, lapistes ya da jelibon kadar eğlenceli gelen bu kelime işlevi sırasında da aynı görevi yerine getiriyor; eğlendiriyor.

Karaoke, pek çok icat gibi yine bir Japon işi. Ülkesi Japonya’da pek tanınmasa da Time dergisi tarafından çağın en etkili 20 Asyalısı arasında gösterilen Daisuke Inoue, karaokenin mucidi. Düşünün artık Inue; Mao Zedung ve Mahatma Gandi ile aynı listede. Bu ayrıcalığı sağlayan şey de Asya gecelerinin eğlence rengini değiştiren, inanılmaz alet karaoke!

Her yeni buluş zorunluluktan doğar. Kimse keyfinden ‘’Bunu daha önce yapan olmamış, dur mucidi ben olayım’’ diye yeni bir şey keşfetmez. Inue de yine zorunluluklar sonucu karaokeyi bulmuş. Gençliğinde bir kabarede sahneye çıkıp piyano eşliğinde şarkı söyleyen mucit, hem piyano çalıp hem de aynı anda şarkı söyleyemediğini fark etmiş. Sadece şarkı söylemek istediği için hazır müzik tonlarından oluşan aleti geliştirmiş ve adını da ‘’olmayan orkestra’’ anlamına gelen karaoke koymuş.

Bugün dünyanın her yerini karaoke çılgınlığının sarmasını, her sokak başında bir karaoke bar açılmasını ya da düğün dernek gibi geleneksel eğlencelerde bile karaoke yapıldığını gören Inoue zengin ve gururlu mudur sizce? Belki icadıyla gurur duyuyordur ama zengin olduğunu söyleyemeyeceğiz. Zira icadının patentini alamayan bu talihsiz mucit bugün böcek yemi ve fare kapanı gibi araç gereçler satarak hayatını kazanıyor. Üstelik insanlığa son derece faydalı olan bu eseriyle Nobel bile alamıyor. Ama bir grup Harward Üniversiteli’nin musluk suyuna kanserojen madde karıştırıp satışa sunan Coca Cola’ya kimya ödülü, nükleer deneme yapan Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’a barış ödülü verdiği parodi Nobel’ini almaya hak kazandı. Inoue ,ödül almaya temsilci göndermeye bile tenezzül etmeyen Coca Cola ve Fransız Hükümeti’nin aksine tören alanında hazır bulundu. Üstelik karaokede bir şarkıyı İngilizce söyleyerek büyük sempati topladı.

Mucidine Nobel mertebesinde ödül kazandıran Karaoke; genel olarak eğlendirme amacı taşısa da pek çok psikolojik, sosyolojik ve politik boyuta sahiptir. En basitinden arkadaşlarıyla karaoke bara gidip şarkı söyleyen kişi için büyük bir cesaret örneğidir; bu kişinin kendine güveni yerine gelir. Ya da ‘’sahne tozu’’ yutmanın verdiği gururla, içinde ileride star olabilme umutları yeşerir. Etraftan aldığı tezahüratlara bakarak, aslında karaoke barlarda harcandığına inanır. Zaten müzik tarihi; çocukluğunda kafasında annesinin çoraplarından güya saç yapmış bir şekilde karaoke yapıp, şarkıcılık oynayan yeteneklerle doludur.

Sosyolojik boyutu da psikolojik boyutu kadar önemlidir. İnsanların giderek yalnızlaştığı, televizyon denilen aletin evdeki muhabbeti öldürdüğü, arkadaşlarla takılmak deyiminin chat yapmayı ifade ettiği çağımızda karaoke; insanların sosyalleşmesini sağlar. Eğer karaoke yapmaya gittiğiniz kişi yeni tanıştığınız biriyse ya da iş arkadaşınızsa aranızda bir an evvel samimiyet oluşur, hatta birden en yakın arkadaşınız olabilir. Çünkü o sizin büyük medeni cesaretinize ve muhteşem sesinize şahit olmuştur.

Politik boyutu bizi çok ilgilendirmiyor. Hayır, 80’lerin apolitik, kayıp kuşağı olduğumuzdan değil. Konuyla alakası yok, ondan. Bu, ‘’Karaoke Kapitalizmi’’ diye bir kavram icat edip, masum ve eğlenceli bu aleti kapitalizme alet edenlerin suçu.

Bu çok işlevli alet son dönemlerde, medya mensubu deyimiyle, gündemin ortasına bomba gibi düştü. Bon Jovi’nin yeni albümü ‘’Have A Nice Day’’ şerefine düzenlenen karaoke partileri ve 9. İstanbul Bienali’de The Smiths karaoke projesiyle yer alan Phill Collins ile rezervasyon yapmadan değil karaoke yapmak, içeriye bile girmenin imkansız olduğu karaoke barlar sayesinde Uzakdoğu ve Amerika’nın ardından ülkemizde de karaoke rüzgarları esmeye başladı. Özellikle Collins’in karaoke projesi büyük ilgi gördü. The Smiths topluluğunun ‘’The World Won’t Listen’’ albümündeki tüm parçaların hazır bulunduğu karaoke aletiyle İstanbul’un yolunu tutan Collins’i, Smiths şarkılarını söylemek için can atan bir hayran topluluğu merakla bekledi. İstedikleri şarkıları karaoke eşliğinde söyleyerek kameraya kaydedilen bu küçük Smiths’ler harikalar yaratarak geçtiğimiz yılki bienalin en dikkat çekici performasına imza attılar.

Karaoke barların kazandığı paralar İngiliz girişimci Mark Taylor’ün iştahını kabartmış olacak ki ‘’pornaoke’’yi icat ederek işin suyunu çıkarmış. İsim benzerliği tuhafınıza gitmesin. Zira bu ikisi kardeş. Pornaoke de tıpkı karaoke gibi dublaj ilkesine dayanıyor. Yalnız burada sevdiğiniz müzisyenin şarkısını değil, dev ekranda gösterilen pornografik bir filmin dublajını yapıyorsunuz. Yani ekrandaki başrol oyuncusu hanım kız ya da esas oğlanın seslerini taklit etmek esasına dayanıyor ve deyim yerindeyse kapalı gişe oynuyor. Bugün 65 yaşında olan Inoue, niye böyle bir şey düşünmediğine hayıflanıyor mudur acaba?

Biz daha masum olan karaokeye dönelim. Grup kurup, solist olmak isteyen ama etrafında yetenekli arkadaş bulamayan PJ Harvey ruhlu kişilerin en büyük dostu karaokedir. Düşünsenize bir gitarist ya da davulcuya ihtiyacınız yok. Arka planda istediğiniz şarkıyı birebir çalan bir alet ve önünde de elinde mikrofonla siz! Daha ne olsun? Şarkıyı tam bilmenize bile gerek yok. Zaten ekranda şarkıya ne zaman gireceğinizi belirten, sözlerin yer aldığı yazılar geçiyor.

Yalnız hatırlatmakta fayda var. Sahne tozu yutmuş kişilerin kolay kolay o neon ışıklı parlak dünyadan kopma şansları kalmıyor; bu eğlence tarzı alışkanlık yapabilir. Gece boyunca kıyamet gibi kopan alkış ve tezahüratlar yaşamınızın sonuna kadar devam etsin isteyebilirsiniz. Ya da sözleri kaçırıp, şarkıyı katlettiğinizde arkadaşlarınızın önünde rezil olmanın yol açtığı bir hırsa kapılabilirsiniz. Tehlikeli bir evre bu. Zira bundan faydalanmaya kalkıp, başarı garantili karaoke kursları açan müteşebbisler de ortaya çıktı.

Seul’da yaşayan Karaoke hocası Lee Byung Won, tüm dünya karaokecilerini uyarıyor: Karaokede başarısız olmak saç dökülmesi ve cinsel iktidarsızlık gibi sorunlarla bünyenizin sarsılmasına neden olabilir. ‘’Karaoke Kompleksi’’ denilen bu hastalığın kesin bir tedavisi de yok. Ama hastalığın ilerlemesini önleyen tedbirler alınabiliyor. Mesela karşısına geçtiğiniz bir ağaca karşı yüksek perdeden şarkı söylemek ya da kafanıza kova geçirip şarkı söyleyerek ses terbiyesi yapmak gibi. Ama bu aşamaya gelmeden siz tadında bırakın. Birkaç yakın arkadaşınızı yanınıza alın ve 2 bira içerek karaoke yapmanın eğlencesini yaşayın. Ve starlığınız, aldığınız tebrikler ve muhteşem olduğunu düşündüğünüz sesiniz o gecede kalsın.

basatap

Madonna: Yeni bir bilim dalı!


Kızlarını pür pak yetiştirmek isteyen ebeveynler için bir büyük tehlike, kendini şaşırmış gençleri dine çağıran Papa için çağın trajedisi, Bush için çuvaldız, parçalanmış benliklerine tutkal arayan küçük kadınlar için yıkılmaz bir put, çürümüş ahlak anlayışına karşı bekaretleriyle böbürlenen sivilceli kızlar için okkalı bir şamar, edepsizler için edep; edepliler için edepsiz… Bunların hepsinin sentezinden tuhaf bir şey çıkar. O tuhaflığın adı da Madonna konur.

O bir pop star?! Hayır, etraf pop stardan geçilmiyor. Onun bir farkı olmalı. Sıfatı hazır: Pop ikonu. Herkesin haddine değil. Ama bence yetersiz. Dinden politikaya, kültürden bir neslin yaşam tarzına kadar her alanda fikir yumurtlayan bu delikanlı kadına sadece pop ikonu demek biraz havada kalır.

1983 yılında ilk albümü “Madonna” ile müzik piyasasına adım attığında kızılca kıyamet kopmuştu. Onu inatla rock star yapmaya niyetli olan yapımcılara ilk yanıt Müzik Oscarları'ndan geldi. Bir sonraki albüm ''Like A Virgin'' geleceğin pop ikonunun habercisi niteliğindeydi. Sapsarı kısacık saçlarının altında büyük bir kararlılık çağrıştıran kara kaşları aslında tehlikenin sinyallerini veriyordu.

1987'ye geldiğimizde biz bu kızın kime ait olduğunu çoktan öğrenmiştik. ''Whose That Girl?'' albümüyle çoktan oturmuş, şov dünyasının kurallarını koymuş, kafaları allak bullak edip, yerleşik kadın imajını ters yüz edip bırakmıştı. En basiti, kliplerinde kadınları misyoner pozisyondaki edilgen durumundan kurtarıp, erkeğin üstüne geçen etken “objeler” değil; varlıklar olarak göstermişti.

Şov dünyası tüketim objesi haline gelmiş kadınlarla dolu. Ama hangi erkek Madonna'nın memesine ya da kalçalarına bakmaya cesaret edebilir? Hangi erkek duvarına astığı Madonna posterine bakıp kendini tatmin edebilir? Madonna tam bir kadındır, zorlaması yoktur. Ama nesne durumundan çıkıp, özne haline gelmiş bir kadındır. En seksi durumunda bile sizi rahatsız edercesine izler. Sizin onu izlemenize izin vermez.

Huni gibi sivri memeleri olan, terminatör kıyafetine benzeyen kostümü de bir şeyler anlatıyordu. “İstediğiniz buysa, işte burada!”. Aslında o kostümü seçerek kadın bedenine tapanlarla dalgasını geçer. Bunun aksini iddia edenler, Madonna'nın sadece bir meta olduğunu söyleyenler çıkacaktır. Ama yanılırlar; o dönem ''Material Girl'' zamanında kaldı. Şimdi bize anlattığı bir şeyler var ve anlatmaya devam ediyor.

Madonna'nın kafaları karıştırdığı tek alan elbette kadın cinselliği ve feminizm değil. Gençleri kaka şeylerden uzak tutup, uysal ve kolay güdümlenir prototipler durumuna getirmek isteyen düzenin icracılarına karşı dini de sorgulatan tavırları bir yerlerde yazılı. En azından ''Like A Virgin'' klibiyle Papa'nın kızarıp bozarmasına neden olmuş, koskoca adamdan zılgıtı yemişti.

Kaç milyon dolarlık serveti olduğunu hesaplamak için muhasebeci ordusuna ihtiyaç var. BMW’si Mersedes’i ve bir de Mini Cooper’ının dışında hanları, hamamları ve sarayları var. Ama bakmayın siz onun bu mal varlığına. O aslında ikonu olduğu tüketim toplumuna da karşı! Kısaca Madonna bu, varlık nedeni karşı olmak.

Peki bu durum ne kadar sürecek? Yerleşik kalıpları yerinden oynatan bu kadın ne oldu da sistemle ve onun oturmuş kurumlarıyla anlaşmaya gitti? Onun yüzünden ''Evlenip de erkeklerin esiri mi olacağım?'' diye düşünen pek çok kadın şimdi kız kurusu olarak evinde otururken, o, gitti aşık olup evlendi. Oldu mu şimdi? Üstelik aşk konusunda verdiği vaazlar da biraz değişti. Hatta daha da ileri gidip, hayatta en büyük başarının hayatı paylaşacak birini bulmak olduğunu söyledi!

Oysa ki ne kadar da korkmuştuk Madonna da ''adam'' oldu diye. Sen git evlen, yuva kur, iki tane çocuk doğur, yetmesin üçüncü için kocakarı reçeteleri peşinde koş sonra gel bize “I'm breakin' all the rules I didn't make’’ de. Yemezler. Madonna, alt üst ettiği kurumlarla çaktırmadan barıştı bile. Katolik olması şart değildi ama bileğine kırmızı kurdele bağlayıp Kabala’ya biat etmesi de bir dine dönüş simgesidir. Mesaj da açıktır: Din, dişe dokunur, işe yarar bir şeydir.

Erkeklerin hizmetine sunulmak için yaratılmadığını düşünen, aile ve topluma karşı bağımsızlık savaşı veren kadınların en büyük kabusu, her halde Madonna'yı ayağında çocuk pışpışlarken tahayyül etmek olurdu. O da oldu. Ama evli, çoluklu çocuklu 47 yaşındaki Madonna'yı ilk kez 22 yıl önce sahne aldığı Londra'nın Koko kulübünün sahnesinde izlerken hala içinde taşıdığı fahişeyi görüp gurur duyabilirsiniz. Hatta ona baktıkça kendi annelerinizin niye pembe file çorap ve bir korseyle dolaşmadığına üzülebilirsiniz.

Kitaplarında büyüklere seks, küçüklere masal anlatan Madonna, yeni albümü “Confessions On A Dancefloor’”da tüm kirlilerini döktürüyor. Herkes Madonna olmak isterken o, ‘Super Pop’ parçasında kimler olmak istediğini anlatıyor ve kendisi hakkında ipucunu veriyor. ‘I Love New York’ ta George W. Bush’a laf atmaktan geri durmuyor. ‘Future Lovers’ta romantizmin doruklarına çıkıyor. Ne de olsa aşık bir kadın o. Her dilde özür dileyerek başladığı ‘Sorry’ parçasında da hikayeci adamlara birkaç sözü var.

Madonna bir pop ikonu mu? Fahişe mi, evinin kadını mı? Metafiziğe bağımlı mı yoksa hala Papa’yı kızdıracak potansiyeli var mı? Büyüyünce uslandı mı? Her yeni albümünde biraz daha teyze mi oluyor? Uslanmış gibi yapıp da donuk bakışlarını üzerimizde gezdirmeyeceği ne malum? Tahmin etmek zor.

Madonna, oturup hakkında birkaç satır bir şeyler yazılacak bir kadın değil. O insanlığa, fizik, kimya ve matematikten daha gerekli bir yaşam dersi. Madonna’yı bilmeyen, bugünü anlayamaz, geleceğini kuramaz. 3 saatte boşalıp 5 saatte dolan 2 giderli bir havuz probleminden daha büyük sorundur o. Bu nedenle üniversitelerde Madonna kürsüsü açılsın. Araştırma konusu değil; başlı başına bir bilim dalı olsun. Öğrenciler de severek okula gidip gelsinler. En büyük isteğimiz budur.

Perşembe, Eylül 21, 2006

Panic! at the disco: Name Taken etkili...

Panic at the disco

Sat back and took it so slow

Are you nervous? Are you shaking?

Save compliments to praise complation

We don’t have to feel we fit in

We can move back

We can leave them

Bir p!@td yazısına Name Taken sözleriyle başlangıç yapılmasını hoş karşılayın. Nihayetinde etrafta tuhaf isimlerle türemiş bir ton grup var. Hiç yoktan bir tanesinin isminin nereden geldiği bu sayede aydınlığa kavuşmuş olur. Grup elemanları üzerinde, Name Taken’in “Panic” parçasının ne kadar önemli olduğunu kavramak için yukarıdaki parçanın sözleri ve grup ismi arasında doğru orantı kurup, denklemi oluşturabilirsiniz.

Tabii, grubun bilmem kaç tane müzik sitesinin tepesine kurulması için ermiş bir dede gelip sihirli değneğiyle adamlara dokunmuyor. Onlar da her insan evladı müzisyen gibi anne-baba dırdırıyla, okulla, maydonozlu çorbalarla falan uğraşmak zorunda kalıyorlar. (Maydonozlu çorba sevmediklerini duyduk bir yerlerden…)

Aslında her şey, 12 yaşında bir çocuğun, babasından noel hediyesi olarak bisiklet yerine gitar istemesiyle başlıyor. Yaşadığı yerin leş bir kenar mahalle olmasının önemi yok heralde. Sonuçta Las Vegas, Las Vegas’tır. Her fakir çocuğun bir bisikleti vardır, diye düşünüyoruz. Üstelik bu çocuk, gitarı sonuna kadar hak ediyor. Ortaokulda adidas’ın yeni modelini almak için büyüklerine zırlayan tiplerden değil bu; hevesini alınca bir kenara atsın… Daha grup kuracak, grubu da emocuların The Secret Stars’tan sonra yeni ilahı olacak. İsmi de sesi ergenliği henüz atlatamamış izlenimi veren vokalist Brendon Urie’den önce anılacak: Ryan Ross.

Bu sırada Spencer Smith de yine babasına “davul, davul” diye tutturmuş, uzun ısrarlar sonucunda aldırmış da. Bu kısım tanıdık ve sıkıcı gelebilir ama gerçek: Komşu şikayetleri… Spencer’in babası, 40 yıllık dostlarıyla davul sesi yüzünden papaz olmuş. Ama bu şikayetlerin tek nedeni davul da değil, Blink 182 cover’ları. Spencer, Blink 182 cover’lamayı bırakınca şikayetler de azalmış.

Spencer ve Ryan okuldan arkadaşlar, bir şekilde bir araya gelip yanlarına Brendon ve Brent’i almalarında çok bir tesadüf yok. Buradan konu çıkmaz. Ama okul yaşamları birçok müzisyenin aynası gibi… İte kaka, okulu dışarıdan bitiren Spencer ve Brent’in aksine, Ryan daha kolejin ilk yılında okulun ona göre olmadığını anlıyor ve bırakıyor. Zaten çocuk, müzik ve okul arasında çatışıyor, bir de bu çatışmaya ailesi katılıyor. “Müzik hayatımda ailemden her zaman destek gördüm” gibi bir cümle yok onların hayatında. Aileler fakir tabii, bu nedenle her birinin misyonu önceden yazılmış: Doktor, hakim, emniyet müdürü ve hatta mümkünse Amerika Başkanı olacaklar.

Bu kadar baskıya can mı dayanır? Hepsi evini terk ediyor ve albüm kaydetme hayalleriyle Las Vegas’tan ayrılıyorlar. Bu sırada, Fall Out Boy’un elemanı Pete Wentz çocukları farkedip, kendi plak şirketine, Decaydance’a götürüyor. Ryan, “Decaydance’in kapısını çaldığımızda, onlar bizim sadece istediğini çalan bir grup olduğumuzu anladılar.” diyor. Elbette! Çocuklar, siz de zaten tam onların istediği tarzda müzik yapıyorsunuz. Evet, biraz eğlenceli, biraz duygusal, biraz pop, biraz punk, ondan da bundan da… Bir plak şirketi başka ne ister ki?

Panic! At The Disco ve ilk albümleri “A Fever You Can’t Sweat Out” şu sıralar MTV’den NME’ye, Pure Volume’den My Space’e kadar her yeri işgal etmiş durumda. Bu durumda insanın, bütün müzikal kariyerini iyi bir albüm yapmaya çalışmakla geçiren gruplara acıyası geliyor. Kesinlikle, p!@td kötü müzik yaptığı için değil, sadece ilk atışta 12’yi tutturduğu için. Ryan’ın sağda solda yaptığı açıklamalara göre, elemanlar 11 parçanın da birbirinden farklı tatlar barındırmasını istemiş. Ama albümü dinleyince ‘Intermission’ ve ‘Build God Than We’ll’ dışında diğer parçalar, komşunun tanıdık ıhlamur çayının kokusu gibi kalıyor. Tabii ismiyle de farklı bir yeri hak eden ‘The Only Difference Between Martyrdom and Suicude is Press Coverage’ i de ayırıyoruz. Gerçi çocuklar, farklılık yaratmak için epey bir düşünüp taşınmışlar. Çabalarını görmezden gelmek olmaz. Albümü iki bölüme ayırmışlar. İlk kısımda eğlenceli parçalar, drum machine ve synthesizer’la süslenmiş. İkinci kısımda ise daha nostaljik takılmışlar. Piyano ve akordeon, parçalara nilüfer yaprağındaki kurbağa kadar yakışmış.

Panic! at the disco, duygusal punkçılar (nasıl oluyor, biz de bilmiyoruz) arasında iyi bir yere oturdu bile. Bir kısım popüler olmalarına taksa da diğer bir kısım durumdan memnun. Şimdi, önümüzdeki Temmuz ayında uzun bir Amerika turuna çıkacaklar. Hem de Boston’un süper ikilisi Dresden Dolls’la birlikte. Yani, durumlarından memnunlar. Ryan’ın babası ise artık çocuğuna okulu yarım bıraktığı için kızmıyor. Duyduğumuz kadarıyla Panic At The Disco Fan Kulübü’ne üye olmuş ve hatta burada kart vizit işlerine bakıyormuş.

İç güveysinden hallice: Korn

Bol yağmur, sular altında kalan çadırlar, ne akla hizmetse yerlere serpiştirilen ve sonra ayaklara yapışan samanlar, müzik, müzik, müzik ve Korn! Bunlar geçtiğimiz yıl gerçekleşen Rock’n Coke Festivali’nden arta-akla kalanlar. Festivaldeki olumsuzlukların görmezden gelinmesini sağlayan en önemli etken kuşkusuz Korn, Cure, Skin, Offspring gibi gruplardı. Ama akılların artık zaptedilemez hale geldiği an kuşkusuz Korn’un sahne aldığı zamandı. Birçok insan oraya Cure dinlemeye gitmiş ama Korn’a vurulup geri gelmişti. Korn’u çoluk çocuk grubu bulan “ağır abi”ler ve “ne idiğü belirsiz müzik” kategorisine sokan heavy metalciler bile yağmura çamura aldırış etmeden grubu ağızları açık izlemişlerdi.

Bugüne kadar hakkında en çok atılıp tutulan gruplar arasında yer alan numetalin başöğretmeni Korn hakkında yazılıp çizilecek çok şey var ama bizim konuyu dağıtmaya niyetimiz yok. Derdimiz Korn düşmanlarına nispet yaparcasına, sevenlerine yeni albümün müjdesini vermek. Siz bunu hak etmiştiniz! Neyiniz eksik? Sonunda Korn da canlı kayıtlardan oluşan ve bugüne kadar sadece konserlerde dinleme fırsatı bulabildiğimiz parçalarını içeren bir live albüm yayınladı. İki yıl önce yayınladıkları “Greatest Hits Vol.1”i saymayın. “Live&Rare”de grubun dillere pelesenk olmuş parçalarının dışında, Pink Floyd’un ‘The Wall’ ve Metallica’nın ‘One’ parçaları da yer alıyor.

Korn’un elbette bütün konserlerinde bulunmadık. Ama adamların her konserinde mutlaka ‘The Wall’ çaldıklarını bilmek için orada bulunmak gerekmiyor. Basın ne işe yarıyor? Rock’n Coke’da da binlerce kişinin hep bir anda “azdığı” an, bu parçanın çalındığı andı. Grup elemanları da isabetli kararlarıyla parçayı albümün içine yerleştirmişler. Diğer isabetli parça ise Korn’un metal değil ancak “na-metal” olabileceğini savunanlara cevap niteliğinde albüme konulmuş sanki. 14 yaş gençliğinin “adım adım metalcilik” derslerinin ilk basamağı olan “Metallica’nın One parçası tez elden ezberlene” kanunu Korn’un bu albümünde vücut bulmuş. Ve de parçanın hakkı da yeterince verilmiş.

Şimdi, yıllara göre Korn’un parça isimlerinin yeni albüme dağılım grafiğini yazıya dökelim. “Live&Rare”e en fazla parça sokmayı başaran Korn albümü 98 tarihli “Follow The Leader”. Kapağında minik masum çocukların uçurum kenarında sek sek oynadığı bu albümden ‘Freak On A Leash’, ‘My Gift To You’, ‘Earache My Eye’ ve ‘Got The Life’ parçaları “Live&Rare”e girmiş. Sonraki dağılımlar ise daha adil. Tamamı canlı kayıtlardan oluşan albümün açılış parçası 2003 tarihli Korn albümü “Take A Look In The Mirrorédan ‘Did My Time’. “Ey ahali, Korn’u hangi parçayla bilirsiniz?” sorusunun olası cevabı ‘A.D.I.D.A.S’ ve ‘Falling Away From Me’ parçaları da bu albümde kanlı canlı yer alıyor. İçinden parça çıkmayan belki de tek albüm ise “See You On The Other Side”. Oysaki bu albümden ‘Politics’ ya da ‘Twisted Transistor’ parçaları da toplamada yer alsaydı hiç de fena olmazdı.

Birçok kişi, Korn’u yeni yetme kaykaycı çocukların idolü olmakla suçlar. Hatta üstüne üstlük, bu tarz müzik yapanların gitar çalmayı bilmediklerini bile iddia ederler. Oysa Korn, eleştirildikleri bu yeni müzik tarzıyla metal müziği ağır bulan rock dinleyicileriyle hip hopçıları bir araya getirdi. Dinlediği müziği garip bir şekilde sahiplenen ve kendisinden başka kimsenin dinlemesini istemeyen “müzik bencilleri”, belki de bu yüzden Korn’dan hoşlanmadılar. Oysa grup, Nirvana’dan sonra kimsenin başaramadığı bir şeyi başardı ve geniş bir kesime seslendi. Üstelik bu başarıyı numetal denilen bir tarzla yakaladı. “Nedir bu numetal?” diye merak edenler için de kısa bir tarif verelim. Heavy metalin içine biraz hip hop vokal, biraz sample ve bir DJ’in elinden çıkma rap altyapısı koyun. Üzerine de “Okuldan da, hayattan da nefret ediyorum. Fuck You” çeşnili sözler serpiştirin. İşte size new metal! Bugün Deftones, Linkin Park, Limp Bizkit gibi grupların varlıklarını Korn’a borçlu olduklarını unutmamak gerekir.

Gitaristleri Brian Welch’in doğru yolu yani Tanrı’nın yolunu bulduğunu söyleyerek gruptan ayrılması ve kendini dine imana vermesi Korn fanatiklerinin yüreğini ağzına getirmişti. Herkes grubun dağılmasını beklerken, onlar “See You On The Other Side”i yayınlayarak kalplere serin su serpmişti. Bunca eleştiri ve çalkantıya rağmen elemanlar yollarına devam ediyor. Hem de her zamankinden daha hızlı ve öfkeli...

Depeche Mode İstanbul konseri

Bugün neredeyse 30’lu yaşlara dayanan ve hatta yaşını başını iyice alıp çoluk çocuğa karışanların kült grubudur Depeche Mode. En azından biz öyle zannederdik. Bir de klasik, insanları dinlediği gruba göre kategorize etme huyumuz vardır. Nedir onlar? Metallica dinliyorsan, uzun siyah saçların vardır. Kadın Metallica’cıysan siyah uzun etekler giyer, yaz-kış postalla dolaşırsın. Beastie Boys fanıysan, bol pantolonlar, renkli tişörtler giyersin. Neşe dolu, bıcır bıcır bir insansındır. Cobra Killer dinliyorsan, 50’lerden kalma dik yakalı elbiseler giyer, büyük tokalı kemerler takarsın. Sapına kadar seksisindir. Ama 30 Temmuz’da gördük ki; Depeche Mode hayranıysanız sarı yaldızlı kemerler takar, yanık teninizi ortaya çıkaran beyaz bermudalar giyersiniz. Saçlarınız sarı ve tonlarıdır ve boyunuzun kısa olmasının dezavantajlarını yaşamazsınız. Zira düdük kadar hazırlanan sahneyi görmeniz için, kaslı ve rugan ayakkabılı erkek arkadaşınız sizi konser boyunca sırtında taşıyabilir. İstanbul’dan bir kez daha Depeche Mode canavarı geçti ve bizim konuştuğumuz şeylere bakın. Ama düşünün bir; canınızı dişinize takıp konsere gidiyorsunuz ve Dave Gahan’ı dünya gözüyle izleme heyecanıyla dolup taşıyorsunuz. Konser boyunca gördüğünüz tek şey ise koca koca popolar… Ve bu popolar nereye giderseniz gidin karşınıza çıkıyor. Kabus gibi! Bir buçuk saatlik Depeche Mode şöleni boyunca sahneyi görme süremiz 15 dakika. Ve bu süre, bütün izleyicilerin sahneyi görme süresi ortalamasının epeyce üzerinde. Konser boyunca sahneyi bir kez bile görememiş bir arena dolusu insan olduğunu da unutmayın. Cüceler için tasarlanmış sahneyi ve 10 YTL’den sayışa sunulan biraları bir kenara bırakırsanız, geriye eleştirecek tek bir şey bile kalmıyor. Çıkış saati geldiğinde, beklemeye alışkın İstanbul izleyicisini bir dakika bile bekletmeyen Martin Gore, Dave Gahan, Andy Fletcher, Dave Clayton ve bu turneye özel davulcu Christian Eigner sahnede yerini alıyor. Açılış parçası son albümden ‘A Pain That I’m Used To’. İzleyicide Depeche Mode’u karşılarında görmenin heyecanı var ama onun dışında pek bir kıpırtı yok. Sinyali alan DM elemanları, ilk gözağrılarına yer vermeye başlıyor. ‘A Question Of Time’, ‘Walking In My Shoes’, ‘Stripped’ ve ‘Home’la “dinleyenler” de havasını buluyor. Kuruçeşme Arena’da kanların donduğu, ölüm çığlığının başladığı parça ise ‘In Your Room” oluyor. Zaten Dave Gahan ve Arena’yı dolduran 17 bin kişi arasındaki konser boyunca gerçekleşen tek diyalog bu parçada gerçekleşti desek yeridir. Gahan’ın “Come oonnn, come onnn” seslenişi üzerine güruh harekete geçiyor ve Arena’yı “Hepimiz kardeşiz” hissiyatı içinde bir sevgi ve coşku seli kaplıyor. ‘Enjoy The Silence’, ‘Personal Jesus’ ve ‘World In My Eyes’la devam eden konserin ışık ve ses sistemine ise diyecek yoktu. Dev ekranlardan gerçekleşen şovlar da sahneyi göremeyen dinleyicilerin içine su serpti. Açık hava, yıldızlar, İstanbul Boğazı ve Depeche Mode. Bu yazın İstanbul’da gerçekleşen en iyi konseri miydi, neydi?

Avustralya yerlilerinin oyuncağı: Bumerang

Yeni kıtanın en eski sahipleri, büyük ihtimalle bu bumerang denen döner aleti, boş vakitlerini daha eğlenceli geçirmek için icat etmediler. Ama günümüzde ismi kadar komik olan bumerang, frizbi atmak ya da uçurtma uçurmak gibi keyif veren bir oyun. Elbette, artık insaoğlu elinde sopayla bizon kovalama devrini geride bırakalı çok oldu. Kuş avlamak içinse bu topraklarda uzun zamandır sapan kullanılıyor. Hatta yazımızın başında bu sapan ve bumerang arasındaki benzerliğe değinebiliriz.

Avustralya yerlileri, büyük ihtimalle sapana bir lastik bağlayıp ucuna da taş yerleştirerek kuşa nişan almayı gereksiz görmüşler. Bunun yerine sapanı biraz daha düzgün yaparak direk kuşun kafasına atmayı uygun bulmuşlar. Bu cümleler size bir şey ifade etmediyse, daha açık yazalım: Bu eğlence aleti sandığımız şeyin atıldığında geri dönenleri kuş avlamak için kullanılmış. Bu demek oluyor ki atıldığında geri dönmeyenleri de var. Aynen öyle; atıldığında geri dönmeyen bumeranglar ise daha iri cüsseli hayvanları avlamak ve komşu kabilelerle savaşmak amacıyla kullanılmış.

Eğer bugüne kadar, plajda şortlarıyla birbirlerine bumerang atıp eğlenen Aborjinler hayal ettiyseniz, biraz durun ve gerçeklere dönün. Bumerang bir savaş ve avlanma aletidir. Dınını nııınnnn! Ama bumerangın çıkışı üzerine çeşitli başka rivayetler de var. Mesela bunlardan en yaygını yine Avustralya yerlilerinin kanguruların kafasını karıştırmak için bu aleti icat ettiği yönünde. Öte yandan bumerangların kolye, küpe gibi aslında hayatta hiçbir işe yaramadığına ve yerlilerin birbirlerine sevgi gösterilerinde bulunmak amacıyla yaptığı bir hediyelik eşya olduğuna da inanılıyor. Bu inancın altında yatan etmeninse, Avustralya’da yaşayan insanların ülkelerini ziyaret ettiklerinde eşine dostuna bumerang hediye etmesi ihtimaller dahilinde.

Avcılık ve toplayıcılık dürtülerimizi bir yana bırakırsak, spor yapmaktan hoşlanmayan ama enerjisini bir şekilde hoplayıp zıplayarak dışa vurmak isteyenler için şifa otu gibi bir oyuncak bumerang. Hatta günümüzde öyle bir çılgınlık boyutuna geldi ki birçok ülkede bumerang yarışmaları düzenleniyor, federasyonlar kuruluyor ve ilk çıkışında basit bir tahtadan yapılırken artık Superman, Asteriks, Oburiks veya Mickey Mouse’lusu yapılıyor. Yetmiyor, karikatürlere malzeme oluyor! Bunun en güzel örneğini ülkemizden Selçuk Erdem, köpeğine geri getirmesi için bumerang atan bir sahibi çizdiği karikatürüyle gösteriyor.

Eğer eskiden beri bumeranglara ilginiz varsa ya da bu yazı vesilesiyle merakınız uyandıysa size birkaç ipucu vermenin zamanı gelmiş demektir. Öncelikle her bumerangın atınca geri geldiği sabit fikrini bir kenara bırakın. Bu, bumerangın kendisiyle ilgili olduğu kadar sizin atış kabiliyetinizle de ilgili. İlk atışınızda bumerangınız geri gelecek diye bir kaide yok. Ama bu sizde yılgınlığa neden olmasın. İlk ihtiyacınız olan şey iyi hava şartları; yağmur, çamur, fırtına, kar gibi hava şartlarında bumerang atmayı kafaya koyduysanız şansınız epey azalır. En iyisi açık ama hafif rüzgarlı bir günü tercih etmeniz. Şiddetli ve ani gelen bir rüzgar bumerangınızı alıp bilinmeyen diyarlara sürükleyebilir.

Atış yapacağınız alan ise, bumerang menzilinin en az iki, üç kat büyüklüğünde olmalı. Yani geniş bir yeşil alan, park veya plaj bunun için uygun olabilir. Bumerang atışı yapacağınız zaman etrafta insan olmamasına da özen göstermelisiniz. Unutmayın, bumerang hem sizin atış kuvvetinizle hız kazanıyor; hem de kağıttan değil, tahtadan yapılıyor. Yani birisinin kafasına geldiğinde, o kişinin kafasının yarılma riski bir yana, oyuncağınız size geri dönmeyebilir.

İyi bir atış için, bumerangınızı düz yüzeyi dışarı, bombeli yüzeyi size bakacak şekilde tutmalısınız. Tutarken baş ve işaret parmaklarınızı kullanmanız yeterli; beş parmağınızla bumerangı sıkı sıkı kavramanın bir anlamı yok. Doğru tutuş tekniğini öğrendikten sonra, rüzgarı tam karşınıza alın ve bumerangınızı sağlaksanız sağa, solaksanız sola doğru atın. Bumerangınız size doğru geliyorsa, heyecanlanmadan ve zafer sarhoşluğuna kapılmadan iki elinizle kavrayarak tutun. Buna standart yakalama stili de deniyor. İşi iyice öğrendikten sonra çeşitli artislikler yaparak bumerangınızı tek elinizle de yakalayabilirsiniz. Eğer attığınız bumerang size doğru gelmiyorsa, bir yerde yanlış yaptınız demektir ki bu da başlangıç için oldukça normal. Pes etmeyin ve deneye yanıla öğrenmeye devam edin.

Eğer sevgilinizden ayrıldıysanız, bumerang atarak ayrılık acısını hafifletebilirsiniz. Bu tavsiyemize çok da kulak asmayın, çünkü “Şu ruhsuz tahta bile attığımda geri geliyor, sevgilim bana dönmüyor.” diye düşünüp daha depresif de olabilirsiniz. Ama iyimser bir insansanız “Ne kadar sadık bir oyuncağım var” diyerek sevinebilirsiniz. Fazla kilolarınız varsa ve spor yapmaktan hoşlanmıyorsanız bumerang peşinde koşarak forma girebilirsiniz. Ya da sevdiğiniz birine hediye olarak verebilirsiniz. Gördüğünüz gibi, bumerang atalarımızın binlerce yıl önce bize armağan ettiği, her derde deva bir oyuncak. Yaşasın bumerang!

Red Hot Chili Peppers / Stardium Arcadium

Yıllar önce pipilerine geçirdikleri çoraplarla hafızalarımıza kazınan, çocukluğumuzun şen şakrak grubu Red Hot Chili Peppers, Freddy misali geri döndü. Bazen hayal kırıklığına uğratan, bazen “vay anasını” dedirten ama hep heyecanlandıran albümleriyle kült gruplar arasında çoktan yer aldılar. Son albümleri “By The Way”, dört sene önce yayınlandığında Beyoğlu’nun muhtelif rock barlarının milli marşı olmuştu. Öncesinde “Californication” albümü de şimdiki genç kuşağın Red Hot’la tanışmasını sağlamıştı. Şimdilerde üniversiteyi çoktan bitirmiş, takım elbise ve kravatının altına Adidas ayakkabı giyerek alternatif müzik dinlediğini belli etmeye çalışan kesim ise onları ‘Get It Away’ parçalarıyla sevmişti. Grubun geriye doğru dinleyici açısından kısa geçmişi kabaca böyle özetlenebilir. Şimdi sıra “Stardium Arcadium”da… Albüm yayınlandığı haftadan itibaren “tam bir bomba” etkisi yarattı sayın seyirciler. Dile kolay, ilk single ‘Dani California’ yayınlanır yayınlanmaz Billboard Modern Rock listesinin tepesine yerleşiverdi. Klip de ayrı bir kalem, iki satır bahsetmek gerek. ‘Dani California’nın klibi, Edward Norton’lu “American History X” filminin yönetmeni Tony Kaye’nin elinden çıkma. Klipte asfalt kenarında patlatılan beyinlerden eser yok. Hatta gayet sempatik. RHCP elemanları, Beatles’dan Prince’e, Jimi Hendrix’ten Kurt Cobain’e kadar pek çok rock yıldızının kılığına girerek, izleyenleri bir müzikal tarih yolculuğuna çıkarıyorlar. Kurt Cobain kısmında ağlayasınız geliyor ama ağlamadan hafif bir titremeyle atlatıyorsunuz. Albüm ise Jupiter ve Mars olarak ikiye ayrılıyor ve yine hit makinesi olmaya aday. Kulakta en çok tat bırakan parçalar ise ‘Dani California’ ve ‘C’mon Girls’. 28 parçanın sığdırıldığı albüm için 38 parça hazırlanmış.

Albüme giremeyen 10 parçanın üvey evlat muamelesi göreceği kesin ama söylentilere göre konserlerinde bu parçaları da çalacaklar. “Stardium Arcadium” için büyük otorite Q “yılın albümü” yorumunu yaptı. Üzerine klavyeyi daha fazla zorlamak olmaz.

Rock camiasının yeni ev sahipleri: Çilekeş

Albüm yayınlanalı çok oldu. O günden bugüne neler yaptınız? Değişen çok şey oldu mu hayatınızda?

Görkem: Albüm Temmuz’da çıktı ve gala konserini Eylül ayında gerçekleştirdik. Onun sonrasında da İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Eskişehir, Antalya, Kayseri şehirlerinde konserlere devam ettik. Kasım ayında bir Honduras durağımız oldu, sanırım bugüne kadar gerçekleştirmiş olduğumuz en ilginç konserdi. Oradaki yaklaşık 10000 kişiye Türkçe sözlü rock dinletmiş olduk, ufak çaplı bir Orta Amerika turu da yapmış olduk. “Takım böyle tutulur” filminin müziklerini yaptık. Hayatımızda değişen çok şey olmadı daha önce de müzik yapıyorduk, şimdi ise eskiye göre biraz daha iyi şartlarda müzik yapabiliyoruz. Zaten hem kendimiz, hem de diğer müzisyenler için bu daha iyi şartların sağlanabildiği bir ortam yaratabilmeyi bir misyon olarak görüyoruz ve bunun için diğer arkadaşlarımızla birlikte çaba gösteriyoruz. Başımıza gelebilecek en güzel değişikliğin, Türkiye’de rock gruplarının çok daha iyi imkanlarla müzik yapabilmeye başladığını görmek olurdu herhalde...

Cumhur: Her geçen gün konserlerimize katılımın artması ve konserlerin daha coşkulu geçmesi en güzel değişiklikti sanırım.

Fanta Genç Yetenekler Aramızda Yarışmasına öylesine katıldığınız doğru mu?

Görkem: Aslında o zamanlarda yapmış olduğumuz besteleri profesyonel bir jüri önünde çalıp kendimizi değerlendirmek istiyorduk. Bar programı yapıyorduk fakat bir süre sonra insanların yaptığımız coverlardan çok kendi bestelerimize ilgi gösterdiğini farkettik. Albüm için önümüzde çok uzun bir yol olduğunu biliyorduk ve tam o sırada karşımıza çıkan Fanta Genç Yetenekler Aramızda yarışmasının bir “ilk adım” olabileceğini düşündük. Öylesine katılmış olmasakta, son başvuru gününde tesadüfen formunu görüp son anda katılmış olduk.

Cumhur: Öylesine katılmadık ama katılmamız biraz şans eseri oldu. Bir gün daha görmeseydik başvuru formunu katılmamış olacaktık.

Müzik yarışmalarının gruplara sizce ne getirisi oluyor? Fanta Yarışması olmasaydı şu an siz nerede olacaktınız?

Görkem: Şart olmasa da gerçekten iyi fırsatlar yaratabildiğini gördük. Amatör adı altında geçen iyi grupların sayısı çok fazla ve gerek şirketler, gerekse prodüktörlerin dikkatini üzerlerine çekebilmek için prestijli yarışmalarda alınan dereceler o grupların bir adım önde başlamasını sağlayabiliyor. Fanta yarışmasını kazanmış olmamızdan çok, İstanbul’da gerçekleşen bir Türkiye finalinde Ankara’dan işi gücü bırakıp bizi desteklemeye gelen bir otobüs dolusu insan bize yaptığımız işi o kadar çok sevdirdi ki, sonuç ne olursa olsun biz yine buralarda olurduk gibi geliyor bana. Ancak tabi ki çok iyi bir referans olduğu kesin, birçok değerli müzisyenle, şirketlerle bu yarışma sayesinde tanışmış olduk sonuçta, daha hızlı yol alabildik...

Cumhur: Yarışmalar grupların kendilerini gösterebilmeleri için iyi bir fırsat. Ülkemiz şartlarında şirketlerin, prodüktörlerin ve basının ilgisini çekmek pek kolay değil ama yarışmalar bunun için iyi bir platform oluşturuyor.

Albüm, beklediğinizden daha uzun sürede çıkmış. Bu gecikmenin nedeni ne?

Görkem: Geç çıkmasını, hatta hiç çıkamamasını bile bekliyorduk açıkcası. Albüm çıkışı için ilk öngördüğümüz zamanlarda şirketlerin ve prodüktörlerin bizimle aynı derdi paylaşmadıklarını gördük ve tamamen kendi istediğimiz gibi bir albüm yapabilmek adına çok büyük isimleri bile teşekkür ederek geri çevirmek durumuda kaldık.Bizim için içimize sinecek ve yıllar sonra geriye dönüp baktığımızda gurur duyacağımız bir iş çıkarma derdi herşeyden önemliydi çünkü. Çok daha önce, belki de çok büyük ticari başarılara imza atıp günü kurtarmak pek ilgimizi çeken bir çizgi değildi. Bu yüzden şartların bizim istediğimiz gibi olabileceği bir zamanı beklemek zorundaydık. Rock müziğe artık eskisinden daha çok yatırım yapılıyor. Biz ise ancak bu yatırımın müzikalite standartlarındaki çıtanın yükselmesi yönünde yapıldığı zaman kendimizi gerçek bir “rock grubu” gibi hissedebileceğimizi düşünüyorduk. O yüzden doğru zamanı bekledik.

Cumhur: Bu gecikme bilinçli bir tercihti ve şu an bulunduğumuz noktada doğru bir tercih olduğunu görebiliyoruz. Aradan geçen zaman bizim, dolayısıyla müziğimizin de gelişmesini sağladı.

Albümde Aylin Aslım, Fuat ve Burak Gürpınar konuk sanatçı olarak yer almış. Onlarla bu albümde nasıl buluştunuz? Albüm öncesinde de bir dostluğunuz var mıydı yoksa iş ortaklığı şeklinde mi değerlendirelim?Başka örneklerde var.Rock camiasında müzisyenler çok mu yardımsevere? Bu dayanışmayı siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Görkem: Tamamen şarkıların ihtiyacı olduğunu düşündüğümüz seslerdi hepsi. “Yetmiyor” şarkısını çalarken malum yer geldiğinde hepimiz benzer bir melodi mırıldanıp duruyorduk, kulaklarımız o sesi duymak istiyordu. Bir süre sonra o melodiyi Aylin Aslım taklidi yaparak söylediğimizi farkettik çünkü şarkının o bölümü düpedüz Aylin Aslım sesi istiyordu bize göre. Aylin albümün öncesinde de çok sevdiğimiz bir arkadaşımızdı zaten. Bu düşüncemizi ona söyledik ve birgün stüdyoya gelip bize Yetmiyor’da eşlik etti. Hiçbir müdahale olmadan tamamen bizim duyduğumuz melodiyi aynen yapıştırdı oraya = ) . Hissedilenlerin aynı olması bu birlikteliği kaçınılmaz kılan şeydi.

Ali: Fuat da benzer bir şekilde “Gözaltı” şarkısında bize katıldı. Stüdyolarda şarkıyı hep çalıyorduk fakat nakarat dışındaki bölümlerde şarkının sözlerini en iyi şekilde “Rapüstad”ın açabileceğini düşündük. Fuat’ın dünya standartlarında bir rapci olduğunu düşünüyoruz ve yaptığı işe fazlasıyla saygı duyuyoruz. Şarkı geçtiğimiz yıllarda kaybettiğimiz 2 arkadaşımıza ithaf edildi ve bireysel silahlanmaya karşı bir tavırla yazıldı. Kaybettiğimiz arkadaşlarımızdan Adil Soydan’ın rap müziğe olan bağlılığı da bu şarkının formatını doğrudan etkiledi tabi ki. Bizler her türlü müziğin kaliteli yapıldığı zaman arkasında duruyoruz bu yüzden rock cephesinden rap’e karşı gelebilecek herhangi bir tepkiyi umursamadık, bizce çilekeş-fuat düeti olması gereken birşeydi, en önemlisi müzik orada onu gerektiriyordu. Bir iş ortaklığından çok, bizimle aynı kafada, aynı şeyleri hisseden bir müzisyenle birlikte herzaman olduğu gibi canımızın istediği gibi bir şarkı yapmaktı, öyle de oldu. Burak Gürpınar albüm sürecinin çok daha öncesinden beri desteğini gördüğümüz, çok sevdiğimiz bir arkadaşımız. “Kürar” şarkısının özelliği de yapılmış ilk davul düeti olmasıdır. Şarkı Çilekeş tarafından çalınıyor ve sonunda birçok müzik dinleyicisinin ilk duyduğu anda ayırt edebileceği bir groove, bir sound çıkıyor karşımıza : Burak Gürpınar’ın çaldığı davul tabi ki... Demoları dinlerken bu teklif bu kez Burak tarafından geldi ve duyar duymaz hemfikir olduk, çok sevinerek atladık hemen.

Cumhur: Albümde yer alan konuk sanatçıların hepsi de Çilekeş’i en az bizim kadar sahiplenen insanlar. Rock camiasında buna benzer dayanışmaların olması da çok sevindirici, çünkü bu iş en çok birlikte yapıldığı zaman keyif veriyor. Zaten genelde rock müzisyenleri arasında yapılan ortak çalışmalar genellikle arkadaşlık ilişkileri doğrultusunda, “samimice” yapılıyor. Bu yüzden ortaya çoğu zaman uyumlu ve güzel işler çıkıyor...

Albümün kayıtları ITU MIAM’da yapılmış. Özellikle tercih etmenizin nedeni var mı?

Görkem: Daha önce de bahsettiğimiz gibi albümün tamamen istediğimiz gibi olması için bazı şeylerin sağlanabildiği bir ortam talep ediyorduk. Bunların başında da kafamızdaki soundu yaratabilmek için prodüktörümüz Volkan Başaran’ın önerilerini dikkate almak geliyordu. Türkiye’de özellikle davul kaydı konusunda bazı eksiklikler olduğunun farkındaydık ve Volkan sound konusunda kesinlikle sözü dinlenmesi gereken bir insan. Bu yüzden davul kayıtlarını MİAM’da yapma konusunda çok ısrarcı davrandık, kesinlikle ihtiyacımız olan soundu çıkarabileceğimiz bir stüdyo MİAM.

MIAM’ı müziğin gelişimi açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?

Cumhur: MİAM öncelikle kayıt teknolojisi yönünden benzerlerinden üstün bir stüdyo, bu da orada çalışan müzisyenlerin kafasındaki soundun gerçeğe dönüşmesini kolaylaştırıyor. Teknik aksaklıklarla ya da imkansızlıklarla boğuşmak yerine sınırları zorlamak daha iyi sonuçlar doğuruyor. Ayrıca yetiştirdikleri ses mühendisleri müzik piyasasındaki çok büyük bir açığı kapatıyor ve işini gerçekten iyi bilen teknisyenlerle çalışmak bizleri çok rahatlatıyor.

Albüm kapağındaki görselleriniz çok güzel. Christopher Brown kimdir?

Cumhur: Albüm kapağımız uzun bir çalışma sonucu ortaya çıktı ve birden fazla insanın emeği var bu işte. Kapaktaki silüet Fatih Uysal’a ait, Yine kapaktaki çilekeş logosu çok sevdiğimiz dostumuz Burak Gürpınar’ın elinden çıktı. Tasarımlar ise Özlem Ölçer ve Tarık Özbalkan’a ait. Fotoğrafları ise Christopher Brown çekti. Kendisi alanında çok başarılı bulduğumuz bir insan ve dünya çapında bir çok müzisyen ve gruplarla çalışmaları mevcut.

Albümden önce de zaten bir çok konser vermiştiniz. Dinleyicileriniz yine vardı. Konserlerinizde ve dinleyici profilinizde nasıl bir değişim gözlemliyorsunuz?

Cumhur: Albüm öncesinde de bizi takip eden ve neredeyse bütün konserlere gelip şarkılarımızı bir ağızdan söyleyen bir kitlemiz vardı. Ama bu kitle çoğunlukla Ankara’daydı. Albümle birlikte çok daha büyük bir kitleye sesimizi duyurmuş olduk. Konserlerimiz daha kalabalık olmaya başladı ve Ankara dışındaki şehirlerde de çok keyifli konserler vermeye başladık. Tabi seyircinin sesi de daha gür çıkmaya başladı doğal olarak...

.Radikal Gazetesi’nde yayınlanan bir röportajınız için tekzip yapmışsınız. Ve orada prodüktörünüz Volkan “albüm bitti ama siz hala bir şeyler talep ediyorsunuz” demiş. Neden o kadar gerilimli bir dönem yaşadınız? Nelerdi Volkan’ın bahsettiği talepleriniz?

Cumhur: Grupça yaptığımız işlerin yapabileceğimizin en iyisi olmasını istiyoruz her zaman. Bu da ciddi bir özeleştiriyi beraberinde getiriyor. Acaba şu şarkının burasını şöyle mi yapsaydık türünden konuşmalar sürekli oluyor. O dönemde de “acaba” sorusu hiç eksilmediğinden Volkan’dan bu tür taleplerimiz oluyordu.

Parçalarınızın sözleri çok karamsar ve olumsuz geldi bana. Yazım süreci nasıl geçiyor? Sözleri kim yazıyor, ortaklaşa mı çıkıyor?

Ali: Genelde ben ve Görkem yazıyoruz sözleri..Yazım süreci diye bir şey pek yok aslında..Geliyor ve gidiyor..O an içinde ne varsa, dışarı ne çıkıyorsa artık..En son Cucu gelip imla kontrolü yapıyor..

. Sizin renginiz siyah mı? Ne? Neden?

Ali: Siyah iyidir..

Müzik gruplarında amatör ruhu korumanın şart olduğu söylenir bazılarınca. Sizce?

Cumhur: Amatör ruh dendiğinde benim anladığım şey; heyecanını ve müzik yapma isteğini kaybetmemek. Bu yüzden kesinlikle var olması gerekli diye düşünüyorum.

Başka müzisyenlerle yapılan düetler genelde albümde kalır. Ama siz sürpriz yapıp Fuat ya da Aylin Aslım’ı da konserlerinize dahil ediyorsunuz. Önümüzdeki konserlerde de dinleyicileriniz böyle sürprizlere hazır olsun mu?

Cumhur: Albümdeki düetler sırf düet de bulunsun arada diye yapılmadı. Gerçekten yaptıkları işleri beğendiğimiz ve beraber müzik yapmaktan keyif aldığımız kişiler hepsi. Bunu sahneye taşımak da ayrı bir keyif veriyor bize, umarım bu birliktelikleri tekrarlayabiliriz zaman içinde.

Müzisyenler arasında kıyas yapmak müziğin gelişimine katkı sağlar mı? Başka gruplar bir kıstas olabilir mi? Sizin Manga’yla bir arkadaşlığınız var ama yine de sürekli onlarla kıyaslanmaktan rahatsız mısınız yoksa işin doğal süreci mi bu?

Ali: Ülkemizde bu müziğe dair fazla alternatif yok..Haliyle insanların birilerini birilerine benzetmesi çok doğal..iyi mi kötü mü bilmiyorum ama rock piyasası genişledikçe herkesin kafası da rahatlıyacaktır..

. Sizin ülkemizde beğendiğiniz müzisyenler kimler?

Ali: Kurban var Athena var Tamburada var..Liste çok uzun..

Müzik dışında neler yaparsınız?

Cumhur: Aslında müzik dışında yaptığımız az şey var diyebilirim. Okullarımıza devam ediyoruz, arkadaşlarımızla vakit geçiriyoruz. Pek özel bir şey yok aslında.

. Play station hobiniz varmış. Hangi oyunları oynamayı tercih ediyorsunuz? Sevgililerinizden ya bilgisayar ya ben diye tehdit aldığınız oluyor mu?

Ali: Futbol oynuyoruz genelde..Pes5 bu aralar..Gruplar arası tekliflere açığız..

Tehdit aldık mı bilmiyorum ama buna çok müsait derecede vakit ayırıyoruz sanırım..


Önümüzdeki günlerdeki programınız neler?

Cumhur: İkinci klibimizi “kendimden geriye” ye çektik. Yönetmenliğini Gürcan Keltek yaptı ve bizi tatmin eden güzel bir çalışma oldu. Yakın zamanda müzik kanallarında görebilirsiniz bu klibi. Konser bilgilerini ise www.cilekes.com.tr adresinden takip edebilirsiniz.


Seksendört'ün gizli bir tarikatı mı var?

Geçtiğimiz yıl rock müzik açısından verimli bir yıl oldu denilebilir mi? Duman, Athena, Kurban, Replikas, Direct, Şebnem Ferah, Vega ve nicesi yeni albümlerini yayınladı. Bildik isimlerin dışında pek çok yeni grupla da tanıştık. Çilekeş, Teneke, 110, Deja-Vu, Dorian ve Badem bunlardan birkaçı… Televizyon ve radyolardan çok daha önce internet yoluyla tanıştığımız seksendört grubu da ikinci kategoride albüm çıkaran gruplar arasında. Aslında albüm çıkmadan önce de verdikleri sayısız konserle kendi dinleyici çevrelerini oluşturmuşlar. Grubun adı da sizi yanıltmasın. Çocuklar 84’lü değil, yaş ortalamaları 23. Ve bir çok rock grubuyla ortak özellikleri Ankaralı oluşları. Ama Ankara’dan ayrılmaya pek niyetleri yok. .

Daha albüm çıkmadan herkes sizi tanıyor. İnternette neredeyse hakkınızda 3000 yorum var. Sizin için oluşturulmuş gizli bir tarikat falan mı var yoksa?

Tuna: Bir tarikattan haberimiz yok. Zaten “Ölürüm Hasretinle” parçasının demosu da ilk olarak internette yayıldı. Aslında 3000’den daha fazla yorum var. Bu albümden önce de böyleydi. Kolay anlaşılabilir bir anlatım dilimiz olduğundan, her kesimden çok fazla sevenimiz var.

Sizi bilenler "Sex&Dirt" olarak biliyor. İlk önce böyle kullanıyordunuz, sonra niye bu "seksendört" e evrildi?

Serter: Evet, grubu ilk kurduğumuzda İngilizce besteler yaptığımız için sex&dirt olarak anılıyorduk. Ama Türkçe müzik yapmaya başlayınca böyle olmasını daha uygun bulduk.

İlki daha anlamlı sanki. 84 uğurlu rakamınız mı yoksa?

Serter: Yok, aslına bakarsan uğurdan daha fazlasını içeriyor.

Hacettepe olarak tanınmanızın nedeni ne? Parçanızdan mı kaynaklı yoksa Hacettepe Üniversitesi’nde verdiğiniz muhteşem konserlerle bir ilgisi var mı?

Erdem: Gerçekten de Hacettepe Üniversitesi’nde verdiğimiz tüm konserler çok iyi geçti. Bu ismi biz kendimiz takmadık ama sanırım bu sebepten dolayı böyle anılıyoruz.

Albüm süreci nasıl geçti?

Okan: Albüm üzerinde neredeyse bir yıl çalıştık. Albümü Ankara ÇSM STUDIO' da Tuna ve ben kaydettik. Mixaj’ı da bize ait. Parçaların oluşma evresi de önce Tuna ve erdem iskelet bir şeyler hazırlayıp gruba sunuyor, son hali, Serter ve benim katılmamla stüdyoda oluşuyor. Albümdeki 10 şarkının sözleri ve bestesi bize ait.

Albüm çıkarma aşamasında karşılaştığınız zorluklar nelerdi?

Erdem: Tabi grubun kendi albümünü kendisinin kaydetmesi zor bir şey sonuçta.Teknik ekipman eksiklerimiz vardı ama bu bizi daha çok gaza getirdi. Planlı ve programlı ve gayet eğlenceli bir şekilde kaydettik. Tabii mix aşaması artık delirme belirtileriyle sonlandı.

Hangi parçalara klip çekmeyi düşünüyorsunuz?

Tuna: İlk klibi ‘Ölürüm Hasretinle’ parçasına çektik. Elimizden gelse hepsine çekmek isteriz ama bu olanaksız. Hepsini çok sevdiğimiz için şu an karar aşamasındayız.

Internet sitenizin tasarımı çok güzel olmuş. Tasarımı kime ait?

Okan: Teşekkür ederiz. Sitenin tasarımı Ankara'dan arkadaşımız olan Gürkan Erol'a ait. Biz de çok beğendik, sonuçta sitemizin bizi yansıtması sevindirici.

Canlı bir forumu da var. Dinleyicilerinizin sizi sitenizde online görme ihtimali nedir?

Serter: Şu an için ihtimal yok. Ama sitemiz tam anlamıyla oturduğu zaman böyle bir platform oluşturmayı düşünüyoruz.

Peki, sitenizde gördüm: 84 mania nedir?

Erdem: 3 sene öncesinde fan klüplerimizden birisinde başlatılan bizimle ilgili tüketim araçlarını içinde barındıran bir proje.

Bugünlerde artık insanlar albüme para vermektense internette paylaşım programlarından albüm indiriyorlar. Müziğin bu şekilde nette dolaşımına ve sınırsızca paylaşımına nasıl bakıyorsunuz?

Serter: Grubun tanıtımı ve müziğin paylaşımı için internet çok faydalı bir iletişim aracı. Fakat bizde bunun da yasal olarak yapılması gerekiyor. Diğer ülkelerdeki veya Avrupa’daki örnekler gibi çok cüzi miktarlarla ücretler talep edilebilir. Fakat bu işin korsandan farkı yok. Ülkemizde yapacak hiçbir şey yok gibi görünüyor. Sadece bilinçli bir dinleyici kitlesi oluşması gerekiyor.

Bugüne kadar nerdeyse 500 konser vermişsiniz. Çok iyi bir rakam. En çok zevk aldığınız konser hangisiydi?

Okan: Şu zamana kadar çok iyi ve kötü şartlarda konserler verdik. Hepsinin tadı başkaydı. En çok zevk aldığımız konserler, Hacettepe Üniversitesi şenlikleri, Bolu İzzet Baysal Üniversitesi, Fethiye Kayaköy.

Kıyaslama yapacak olursak büyük şehirde yaşayan dinleyicilerle, ufak şehirde yaşayanlar arasında ne gibi farklar gözlemlediniz?

Serter: Büyük şehirde olanak ve alternatifler çok olduğu için seçici olmak gibi bir şansları var. Ufak şehirlerde ise böyle bir lüks fazla yok. Ve biz bu yüzden Anadolu’da konser vermeyi çok istiyoruz.

Ankara'nın havası mı suyu mu? Niçin hep iyi gruplar ve fazlasıyla müzisyen Ankara'dan çıkıyor? Sizce bu "ciddi" şehir sizin müziğinizi nasıl etkilemiştir?

Okan: Ankara'da müzisyen olabilmek için gerçekten çok çalışmanız gerek. Ankara seyircisi çok seçici davranıyor. İstemediği grubu dinlemeyerek onları daha çok çalışmaya teşvik ediyor. Kötü yanları olsa da müziğimize pozitif etkisi var Ankara'nın.

Ankara'dan İstanbul'a yerleşmeyi düşünüyor musunuz?

Tuna: Hayır!

Rock müziğin ülkemizdeki gidişatını nasıl buluyorsunuz?

Serter:Biz olmasaydık her şey çok güzel olacaktı. Ama biz çıkınca ortalık karıştı!

Sizin beğendiğiniz yerli gruplar hangileri?

84: Ünlü, Athena, Kurban, Metropolis, Çilekeş, Duman, Kangroove…

King Kong

Sizin için oldukça sıradan olan bir gün, nasıl olur da hayatınızın en heyecan verici gününe dönüşür? Mesela her zaman geçtiğiniz yollarda yürüyorsunuz, her zamanki ağaçlar, binalar ve trafik ışıkları… Anormal bir durum yok. Siz hep yaptığınız gibi köşedeki kafede arkadaşlarınızla bir şeyler içip, aynı muhabbetleri çevireceksiniz. Sonra da evinize dönüp biraz tv izleyip yatacaksınız. Evet, oldukça sıkıcıymış.

Peki ya siz köşedeki kafeye giderken karşınızdaki binalardan dev cüssesiyle bir King Kong çıkarsa? Koca koca gökdelenleri pençe dokunuşuyla tuz buz eden, trafik lambalarını, elektrik direklerini ve ağaçları yerinden söken bir canavarın elinde arkadaşlarınızın olduğunu görseniz! Baksanıza hem de zavallıcıklar King Kong’un avucunun içinde küçücük kalmışlar. Tam bir kabus!

İmkansız denileni başararak ünlü yazar Tolkien’in ‘’Yüzüklerin Efendisi’’ eserini sinemaya uyarlayıp 17 Oscar’ı evine götüren usta yönetmen Peter Jackson, şimdi de başka bir dev projeye imza atıyor. İlki 1933 yılında çekilen ve daha sonra defalarca sinemaya uyarlanan King Kong’u bir kez daha beyazperdeye taşıyor.

Bir film yapımcısı olan Carl Denham, ekibiyle birlikte egzotik Kafatası Adası’na gelir. Adanın isminin, yerlilerin tanrılarına kurban ettikleri insanların iskeletlerinden geldiği filmin başında anlaşılır. Denham’ın ekibinde yer alan sarışın ve güzel oyuncu Ann Darrow da bu merasimden nasibini alacaktır. İlk kez sarışın bir kadın gören yerliler, Ann’i kaçırıp tanrılarına kurban etmek isterler. Adanın tanrısı ise dev King Kong’un ta kendisidir.

Ancak hikayenin örgüsü King Kong’un gorilliğine bakmadan Ann’e aşık olmasıyla değişir.

Ekiptekiler, Ann’i kurtardıktan sonra King Kong’u yakalayarak New York’a getirirler. Büyük bir iş başarmanın keyfini yaşayan ekibin amacı bu devi şovlarında çıkarmaktır. Ama Ann’in aşkıyla yanıp tutuşan bu iri cüsseli yaratık, bir yolunu bulup kaçmayı başarır ve New York sokaklarını cehenneme çevirir.

Kim bilir belki de Peter Jackson, 9 yaşına kadar her sıradan çocuk gibi büyüyünce itfaiyeci ya da pilot olmak istiyordu. Ancak 9 yaşındayken izlediği King Kong filmi sayesinde bugün dahi bir yönetmen olarak karşımızda. ‘’Hiçbir film, King Kong kadar benim hayal gücümü harekete geçirmedi. Dokuz yaşımda o filmi izlediğim için bugün film çekiyorum ben. Yönetmenliğe başladıktan sonra da tek hayalim, bu klasik öyküyü yeniden beyazperdeye uyarlamaktı. King Kong’un öyküsü, bir yönetmenin arzu edebileceği her şeye sahip. Orijinal bir anlatı, heyecan verici aksiyon, sarsıcı duygular ve akıldan çıkması imkansız karakterler. Bu yüzden bugüne kadar ayakta kalabildi zaten. Geçmişten gelen bu mirasın bir parçası olduğum için gurur duyuyorum.’’ diyor Jackson.

Gördüğünüz gibi, King Kong’u yeniden çekme öyküsü ‘’Yüzüklerin Efendisi’’nden çok daha eskiye gidiyor. Ancak bu filmi tekrar çekmek için yeterli bütçesi olmayan yönetmen uzun süre sadece bir hayalle yaşıyor. 1996 yılında Universall Stüdyoları, Peter Jackson’un ‘’The Frighteners’’ filmini oldukça beğeniyor ve O’na King Kong’u tekrar çekmeyi öneriyor. Ne var ki o dönem Hollywood’da ‘’Godzilla’’ ve ‘’Mighty Joe Young’’ fırtınaları estiği için, King Kong’un arada kaynamasını istemiyorlar ve proje askıya alınıyor.

Projenin askıya alınması isabet olmuş çünkü aradan geçen yıllarda efekt teknolojisinin çok daha gelişmesiyle şimdi King Kong en iyi haliyle karşımızda. İlk filmin orjinaline sadık kalan Jackson’ın King Kong’unun en ayırıcı özelliği kullanılan efektler. ‘’Yüzüklerin Efendisi’’ üçlemesinde de efektleri ustaca kullanan yönetmenin New York sokaklarını ne hale getirdiğine inanamayacaksınız.

Filmde, yönetmen Carl Denham rolünde 2000 yılında ‘’High Fidelity’’ filmindeki rock müzik delisi çatlak Barry’yi canlandıran Jack Black var.Güzel sarışın Ann Darrow’un rolünde ise ‘’Mulholland Drive’’ filmindeki başarılı performansıyla akıllara kazınan ve son olarak ‘’21 Gram’’ filmiyle adından söz ettiren Naomi Watts karşımıza çıkıyor. Başarılı oyuncuları kadrosunda toplayan King Kong’un en önemli kozlarından biri de ‘’The Pianist’’ filmiyle Oscar’ı cebe atan Adrien Brody. Bundan beş yıl önce film ilk kez gündeme geldiğinde, Ann Darrow rolü için düşünülen isim, ‘’Titanic’’ filmi ile dünya çapında üne kavuşan Kate Winslet’ti. Ancak Naomi Watts’ın da rolünün hakkını verdiğini söylemek gerek.

Filmin çekimleri ise iki farklı ülkede gerçekleşmiş. Kafatası Adası’nda geçen sahneler yönetmen Peter Jackson’un anavatanı olan Yeni Zelanda’da çekilmiş. Hatta Jackson’ın buraya milyonlarca dolarlık bir stüdyo kurarak ülkesine büyük katkı sağladığını da biliyoruz. Filmin ada dışında geçen öyküsünün çekimleri de New York’ta tamamlanmış.


Dorian ve Yeniden Hayata...

Rock, drum&bass, acid cazz, Anadolu ve tasavvuf etkilerini harmanlayıp ortaya yepyeni bir tat sunan Dorian, ilk albümleri “Yeniden Hayata”yı global müzik firması EMI ve Capital ortak yapımı ile yayınladı. Capital Records’un Türkiye’de yayınladığı ilk albüm olma özelliğini de taşıyan “Yeniden Hayata” vesilesiyle Beyoğlu’nun ‘’müzisyenler kahvesi’’ Pendor’un müdavimlerinden Dorian elemanlarıyla bir araya geldik. ‘’Rakıyla peynir, rock’la ney iyi gider’’ deyiminin ortaya çıkmasına yol açacak gruba teybimizi uzattık. Anladık ki Alex konuşmayı pek sevmiyor.

Porno Sezar nerelerde?

İlkin: Vefat etti.

Siz mi öldürdünüz?

İlkin: Yok,ama gerçekten öldü.

Memet: Porno Sezar, Tünel’de yaşayan evsiz, berdüşt, hafif de çatlak bir adamdı.

İlkin: Ama hiç aptal değildi.

Murat: Enteresan bir adamdı. Şarkının ismi oradan geliyor. İlkin de güzel bir hikaye yazdı.

İlkin: Porno Sezar’dan yola çıkarak, evde kendi kendisiyle aynanın karşısında tartışan bir adamın hikayesi bu.

Albümde Hakan Kurşun, Tarkan Gözübüyük, Alp Turaç, Ercan Irmak ve eski Kurban solisti Deniz Yılmaz gibi isimler göze çarpıyor. Böyle bir kadroyla nasıl bir araya geldiniz?

Murat: Zaten bu isimlerle çalışabilmek için albümü geç çıkarttık diyebiliriz. Doğru zamanda, doğru yerde, doğru insanlarla çalışmak istedik. Hakan Kurşun, Türkiye’nin en önemli sound adamı. Deniz’le zaten eskiye dayanan bir dostluğumuz var. O her zaman bize destek olmuştur. Ercan Irmak var, ‘Gel Gör Beni’de ney üflüyor.

İlkin: O da gerçekten parçayı çok güzel yaptı. Normalde stüdyo albümlerinde çalmıyor ama Hakan Kurşun’un ricasını kırmadı geldi. Albümü de çok beğenmiş, sağolsun.

İlk albümlerini çıkaran gruplar genelde başka isimler ağırlıyor albümlerinde. Sizin albümde de Kurban’dan Deniz var...

İlkin: Deniz, daha amatörken bile bizi destekliyordu. Her zaman bu albümü beraber yapma planımız vardı. Ama bir türlü denk gelmedi. Bizim albümün yapım aşamasındayken o da kendi albümünün kayıtlarıyla uğraşıyordu. ‘Eksi Yaşam’ı da Deniz kaydetmişti. Biz de bir şekilde ona teşekkür etmek istedik.

Sizce ünlü isimlerle çalışmanın yeni albüm çıkaran gruplara getirisi oluyor mu?

Murat: Eğer tüketim amaçlı bir parçadan bahsediyorsan elbette faydası oluyor.

İlkin: Ama Deniz’in olduğu parça ticari amaçlı değil. Stüdyodaydık; Deniz gelsin, söylesin istedik. Telefon açtık. Düşünmedi bile, hemen kabul etti. Deniz çok yetenekli bir müzisyen. Kurban da Türk rock müziği açısından bir devrimdir. Özellikle 1999 albümleri kesinlikle öyle.

Albüm dört kez mix’lenmiş. Kayıt aşamasında ne gibi şansızlıklar yaşadınız?

Memet: Şansızlıkla alakalı değil. Sound konusunda çok titiz davrandık. Bir parçanın başına oturduğuz zaman istediğiniz gibi tınlamama olasılığı çok yüksek. İstediğimiz sound’u alana kadar bekledik.

Murat: Boğaz Köprüsü’nün üzerindeyiz. Trafik de var. Sizin köprüden bakışınız, Ortaköy’den köprüye bakan adamınkiyle çok alakasız oluyor. Bizim de dışarıdan bakan gözlere ihtiyacımız oldu. Ve güzel isimlerle çalıştık.

Albümün prodüktörlüğünü de kendiniz üstlenmişsiniz. Prodüktör ne kadar önemli bir albümde?

İlkin: Çok önemli.

Artık insanlar bir albüm aldıklarında hemen prodüktörüne bakıyor.

Memet: Bu çok güzel bir şey aslında.

Murat: Eskiden müzik kanallarında bir parça anons edilirken kimse prodüktörünü söylemezdi.

İlkin: Biz albümün prodüktörlüğünü kendimiz yaptık ama her zaman Hakan Kurşun’un denetim ve önerileri oldu. Ama o daha çok bizim tek başımıza neler yapabileceğimizi görmek istedi.

İlk albüm ve tek başına. Riskli değil mi?

Murat: Stüdyoya girmeden önce kimlerle çalışabileceğimizi düşündük ama Türkiye’de prodüktör olarak bizimle çalışabilecek birini göremedik. Dorian’a prodüktörlük yapacak kişinin altıncı üye gibi olması gerekiyor. Ve bizi, bizden daha iyi anlatabilecek kimse yok sonuç olarak.

İlkin: Gerçekten çok iyi birisiyle karşılaşırsak ya da yurt dışından bir prodüktör bulursak ileride onlarla çalışabiliriz. Belli olmaz.

Replikas son albümünde mesela Amerikalı bir prodüktörle çalışmıştı…

Memet: Harika!

Murat: Replikas’ı zaten beğeniyoruz.

İlkin: Evet, mesela Wharton Tiers Replikas’a tam olmuş. Ben çok beğendim. Ama o bize oturmazdı.

'Bakma Yüzüme' parçasının klibi MTV’de World Chart Express'te 'exclusive' olarak yayımlandı. Daha sonra MTV'deki Switch On adlı programında da ekrana geldi. Şaşırdınız mı?

Murat: Biz daha stüdyoda mix yaparken klibin MTV’de yayınlanacağı haberleri gelmeye başladı. Ne MTV’si? Ne oluyoruz? Çok şaşırdık çünkü ortada böyle bir şey hiç yoktu.

Klip yönetmenlerinden Uçman Balaban ‘Eğer klibin MTV’de yayınlanacağını bilseydik daha da çok özenirdik’ demiş. Sizce nasıl bir iş çıkardı?

İlkin: Sonuçta onun da ilk klibi. Türkiye’de klip yönetmenleri aynı tornadan çıkmış gibi klip yapıyorlar. Ama Uçman farklı şeyler deniyor. Kesinlikle desteklenmesi gereken biri ve bizim klipte de iyi bir iş çıkardı.

Söz, müzik ve görsellik. Pastanın büyük dilimi hangisinde?

İlkin: Üçü de çok önemli elbette.

Murat: Pastanın büyük dilimi değişir sürekli. Müziği televizyondan takip eden birisi için farklı, internetten indiren için farklıdır. Ama yüzde 60 müzikse, yüzde 40’ını da görselliğin oluşturması gerekir.

Sizin sözleri sonradan müziğe adapte ettiğinizi öğrendim.

Murat: Evet ama bu sözleri önemsemediğiniz şeklinde anlaşılmasın. Biz folk mantığında, elmize gitar alıp söz yazmıyoruz. Aramızda bir paslaşma var. Önce duygularımızı enstrümanlarla müziğimize katıyoruz. Onun üzerine de İlkin sözleri yazıyor.

İlkin: Lost Highway’in soundtrack’i filmden etkilenilip yapılmıştır. Filmin müziğe etkisi gibi, müzik de sözlere etki ediyor. Böyle düşünün. Mesela kimse bizim şarkılarımızı eline gitar alıp plajda kızlara söyleyemez yani.

Tasavvufla aranız nasıl?

İlkin: Tasavvuf Müslümanlığın en güzel çizgisi ve Türk müziğinin de en güzel noktalarından biri bence. Yunus Emre de büyük bir hümanist. O zamanki yapılan ilahiler de, şimdinin new age müziği gibi. Albümümüzde yer alan ‘Gel Gör Beni’ de zaten hepimizin küçüklüğünden beri dinlediği bir parça.

Rastgele seçilmiş bir parça değil yani...

Memet: Biz bu parçayı 2002’den beri çalıyoruz. Albüme bir cover koyalım diye bunu seçmedik. İnanılmaz melodisi olan bir parça.

İlkin: Ney çok etkili.

Özellikle oturup ney taksimleri dinler misiniz?

İlkin: Ney taksimleri çok keyifli. Çok güzel bir albüm çıktı. Neyzen Tevfik’in tüm radyo kayıtlarını almışlar. Biyografi gibi. Muhteşem bir albüm olmuş. Ne zamandır onu dinliyorum.

Murat: Bence de çok keyifli. Yapmadıysan, yap derim sana!

Alex, sen aynı zamanda Direct ile çalışıyorsun. Devam ediyor mu?

Alex: Ediyor tabii.

Ee, hayat nasıl gidiyor? Neler yapıyorsun?

Alex: Güzel gidiyor. İşte, bir şey yapmıyorum!

Konserlerinizde yaşadığınız talihsiz bir olay oldu mu hiç?

Alex: Roxy...

İlkin: Evet, Roxy’de sarhoş bir adam bizim yerimize ödül almak için sahneye çıkmıştı. Biz çok arkadaydık, sahneye gelene kadar adam ödülü aldı bile. Ama neyse ki güvenlikler fark etti durumu!

Şimdi sırada ne var?

Murat: Yoğun bir konser dönemi. Şubat sonunda şehir dışında konserler vermeye başlayacağız. Dinleyiciler konser tarihlerini dorianweb.com’dan takip edebilirler.

İlkin: ‘Gel Gör Beni’ye klip hazırlanacak. Mart başı gibi yayınlanır herhalde. Bilgisayarda çok işi olacak çünkü.

Yeni klip için yine Uçman Balaban’la çalışmayı düşünüyor musunuz?

İlkin: Henüz belli değil, ama bundan sonraki klip çalışmalarında yine Uçman’la çalışmayı isteriz.


Video Art gidişat nasıl?

CP Dergisi'nde yayınlanan video art konulu söyleşiler, buyrun...

Öğr. Gör. Muammer Bozkurt
Bir çok okulda video art bölümleri açılmaya başlandı. Gidişat nasıl, siz ortaya çıkan ürünlerden memnun musunuz?

Burası bölüm olarak sadece devlet üniversitelerinde yeni. Yeniliği şu anlamda olabilir; burası Güzel Sanatlar Fakültesi içinde yer alan bir bölüm değil. Tersine Güzel Sanatlar’ın dışında, Sanat ve Tasarım Fakültesi formatında açılmış bir program. Yani sanat bölümüne bağlı bir program. Sanat fakültesinin vizyonu interdisiplinel bir alanda sanat üretmektir. Burada fotoğraf ve video temelli çalışma üretmek isteyen öğrencilere çalışma olanağı sunuluyor.

Sizce Güzel Sanatlar Fakültesi’’ne bağlı bir bölüm mü olmalıydı?

Hayır, hiç alakası yok. Ben de güzel sanatlar fakültesi mezunuyum ama artık başındaki ‘’güzel’’ sıfatının kaldırılması lazım. Yıldız Sanat Tasarımı bu anlamda iyi bir örnek.

Peki bu alanda bölümün yaşadığı sorunlar var mı?

Fotoğraf-video programının kendi içinde sorunları var. Ben burada video alanında öğrencilere yardımcı olmaya çalışıyorum. O da şu anlamda, videoyu bir sanatsal üretim aracı olarak kullanabilmek için diğer sanat dallarını da içine alan bir çalışma içinde olmaları gerekiyor. Fotoğraf, video, resim, heykel ve diğer kuramsal alanlardan bir arada yararlanmak gerekir. Yoksa amaç video ya da fotoğraf teknikeri yetiştirmek değil.

Bu programa öğrenciler nasıl giriyorlar? Özel yetenek sınavıyla mı?

Bu bölüme başvurmak için ÖSS’de en az 190 puan almak gerekiyor. Daha sonra yeterlilik sınavına alıyoruz. Önceki yıllarda genel kültür mülakatı yapıyorduk, bu kaldırıldı. Şimdi çizim sınavı yapılıyor ve çizim sınavını bir jüri değerlendiriyor. Bölüme 15 kişi alıyoruz.

Video ve fotoğraf alanları neden birleştirildi?

Orasını ben de anlamış değilim. Geldiğimde kurulmuştu. Bunun dünyadaki örnekleri daha çok medya başlığı altında ele alınıyor. Ve bu başlık altında tüm video, fotoğraf, sinemanın belli teknikleri ve kuramsal dersler verilmekte. Ama doğrusunun bu derslerin ‘’medya art’’ başlığı altında verilmesi gerektiği olduğunu düşünüyorum. Bu fakültenin geleceğinde de böyle bir bölüm gelişebilir.

Ülkemizde video art’ın gelişimini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Video art misyonunu tamamladı. Teknik olarak 1960’lı yılların başından 1980’li yıllara kadar olan bir dönemi temsil ediyor. Artık bunun adını değiştirmek ve ‘’media art’’ başlığı altında irdelemek gerekiyor. Bugün geleneksel ortamdan dijital internet ortamına giden, multimedyayı içine alan çoklu bir ortama gidildiğini görüyoruz. Gelecek de teknolojiye bağımlı olduğu için ve teknoloji de değişken olduğu için bir şey söylemek çok güç.

*Mummer Bozkurt’un Video Sanatı isimli kitabı Bileşim Yayınları tarafından yayınlandı.

Metin Çavuş/Asistan

Yıldız Teknik Üniversitesi’nde de video art’la ilgili bölüm açıldı. Bu alanda nasıl çalışmalar yapıyorsunuz?

Aslında burada açılan bölümün adı video art değil. Aslında Fotoğraf ve Video bölümü açılırken de video’nun nasıl yer alacağı pek düşünülmemiş sanırım. Ya da farklı düşünülmüş diyelim. Fakat şu andaki haliyle ağırlıklı olarak fotoğraf, yanında da videonun olduğu bir bölüm. Buradaki akademik kadronun videoya yaklaşımı itibariyle videonun sanatsal alandaki kullanımına yönelik çalışmalar yapılıyor. Daha geleneksel anlamda kısa film ya da belgesel gibi hareketli görüntü üretiminden ziyade sanat galerisine yönelik çalışmalar yapılıyor. Ona yönelik dersler veriliyor ve projeler üretiliyor.

Video art’ın video klip ya da kısa metrajlı filmden farkı nedir?

Öncelikle videonun başka şeylerle etkileşime girip bir ortamın içinde yer alması en temel fark. Video klipler, kısa filmler tek başına var olan ve ortamdan bağımsız olarak mesela festival ve sinemalarda gösterilebilir şeyler. Video sanatı ise, çağdaş sanat alanı içerisinde ya tek başına ya da başka bir medya ile etkileşime göre kurulabiliyor. Ayrıca pek çok video art sanatçısının yaptığı gibi video çalışmasında genelde süreye de farklı bir yaklaşım getirilebiliyor. Seyircinin, bazen çağdaş sanat sergisine geldiği zaman o filmin tamamını izleme şansı olmuyor. Ama filmin bir kısmını izleyerek de o çalışmayla ilgili bir izlenim edinilebiliyor.

Video art’ın şuanki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Gelecek için öngörüleriniz neler?

Çok popüler, moda oldu. Son birkaç yıl içinde herhalde bu artışın bir durulma dönemi olacak. Yine yoğun olarak kullanılmaya devam edecek. Tabii bir de günümüz teknolojisine uygun olmasından kaynaklı olarak, bu kadar olmasa da yine yoğun olarak kullanılmaya devam edecek.

İnsanların video art sanatına ilgisinin artmasının nedeni ne olabilir?

Ortam olarak videonun zamana bağlı olması ve bire bir kaydediliyor olması tercih sebebi. Tabii ki bu durum videonun kendi özelliklerinden kaynaklı. Tüketiciye yönelik herkesin kolayca çözebileceği çok fazla ürün ortaya çıktı. Video kamera uygun fiyatlara alınabiliyor. Ve biraz çabalayarak kullanılabiliyor.

Bu alanda okulda eğitim almanın kişiye ne kadar getirisi var sizce?

Video sanatının alaylısı var mı diye soruyorsanız eğer, genelde başka alanlarda çalışmış olanlar videoyu kullanmaya başlıyorlar. Alaylılık varsa onlardır. Ama ileride de video yapacak kişiler, en azından teknik olarak burada verilen olanakların avantajlarını kullanmış olacaklar. İşin mantığını öğrenmiş olacaklar.

Cem Ersavcı/Öğrenci

Yıldız Fotoğraf ve Video bölümündesin. Aldığın eğitimden yeterince tatmin oluyor musun?

Ben tatmin olmuyorum. Bence iddiasına denk düşen bir yapısı yok bizim bölümün.

Sence iddiası nedir?

Ben video konusunda uzman değilim. Videodan çok fotoğraf çalışıyorum.

Video artın amacı nedir?

Amacı muhtemelen bir sanat üretiminin toplumsallaşması, daha çok insana yayılması. Video da hem üretim hem tüketim olanakları açısından toplumsallaşmaya uygun bir ortam. Sonuçta fotoğrafa yakın.

Okuldan mezun olduğunda neler yapmayı planlıyorsun?

Belgesel çalışıyorum. Belgesel alanında çalışmaya devam etmek istiyorum.

Okullu olmanın avantajlarını yaşıyor musun?

Bize kattığı çok özel bir şey yok. Sadece vaktinizin büyük bir kısmı buna gittiği için bu açıdan bir fayda sağlıyor. Genelde okul insana ‘’ben bu işten anlıyorum,okulunu okudum’’ havasını veriyor ama öyle bir şey yok. Okul daha dışa kapalı bir ortam olduğu için avantajından çok dezavantajı var.

Cep telefonları da artık video çekiyor siz kullanıyor musunuz ya da kullanılmasına sıcak bakıyor musunuz?

Karşı değilim. Bugün dünyada videonun dışında da haber değeri taşıyan bir şey olduğunda herkes en önce haber merkezine ulaşan görüntüler artık cep telefonu ve daha çok insanların inandığı şey bu görüntüler. Profesyonel birinin temiz fotoğraf ya da videosundan çok o görüntüler inandırıcı oluyor.

Okan Cam/Öğrenci

Bilgi, Yıldız Üniversitesi gibi okullardan sonra video-art konusunda çok yol alındı. Siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Ortaya çıkan işler yeterince tatmin edici mi?

Evet, artık bu alanda bir üretim söz konusu. Fakat yapılan işlerin yeterliliği konusunda emin değilim. Yakın zamanlarda olan festivallerde de beni heyecanlandıran işler göremedim. Bu işlerle uğraşan kafası çalışan, yetenekli insanlar olduğunu biliyorum fakat ortalarda pek de bir şey yok. Belki ben yeterince yakından takip edemiyorum, belki de insanlar yaptıklarını evlerinden veya okullarından dışarı çıkarmıyor.

Okullu olmanın ne gibi avantaj ve dejavantajları var? Sanatsal açıdan özgürlüğünüzün kısıtlandığını hissediyor musunuz?

Sanat üretimi düşünüldüğünde her zaman okulların yeri vardır. Birlikte üretim ve paylaşım ayrıca teknik ekipman desteği açısından düşünüldüğünde birliktelik her zaman faydalı olmuştur. Fakat devlet okulunun yetersiz kaldığı noktalar var. Okul bünyesindeki bölümlere oranla Sanat ve Tasarım Fakültesi’nin yeri çok az, ayrılan bütçe de az. Böylelikle teknik ekipman yetersizliği söz konusu oluyor. Sanat ve Tasarım Fakültesi içerisinde video, fotoğraf ve video programı olarak yer almakta ve bölümün yüzde 70-80 ağırlığı fotoğraf üzerinde yoğunlaşmakta. Böylelikle video bölümü bazı zorluklarla karşılaşıyor.

Fotoğraf ve video programında olmak beraberinde fotograf ile ilgili sorumluluklar getiriyor. İşte bu noktada yani klasik fotoğraf eğitimi sırasında okulun bazı kısıtlamaları oluyor. Yeterince özgür bir biçimde üretim yapılamamakta. Çözüm olarak fotograftan bağımsız fakat bünyesinde fotoğraf eğitimi de bulunduran bağımsız bir video programı olmalı.

Çağdaş bir eğitim sürecinde okulun veya okula dair etmenlerin öğrencilerin sanatsal üretim süreçlerini kısıtlaması veya yönlendirmesi düşünülemez. Fakat ülkemizde bu işler yeni yeni oluşuyor diye düşünüyorum.

Video art, Türkiye’de yeni yeni tanınan bir sanat dalı. Artık iyice içiçe geçen sanat türleri arasında neyin video art olduğunu anlamak nasıl mümkün sizce? Bunun yalnış anlaşılma ihtimaline karşı neler yapmak lazım? Ya da birşeyler yapmak lazım mı?

Gerçekten çağdaş sanat düşünüldüğünde multidisipliner bir yapı var.Bunun bir sıkıntı yaratıp yaratmayacağı konusunda emin değilim. Video-art ın –ya da diğer disiplinlerin- keskin sınırları olması ne kadar doğru tartışılabilir. En nihayetinde kullanılan bir malzeme var. Böylece zaten disiplinler birbirinden ayrılıyor fakat daha genel düşünmek gerekirse asıl olan bir ifade biçimi aramak bu noktada değişik malzemelerle ifadeler olacaktır. Video’yu da bir ifade biçimi olarak düşünmek bence doğru olacaktır.

Cep telefonları da artık video çekiyor siz kullanıyor musunuz ya da kullanılmasına sıcak bakıyor musunuz?

Ne güzel işte herkes video çeksin fotoğraf çeksin. Zaten teknolojinin getirdiği bir üretim biçimi değil mi bu yaptıklarımız? Üretim ne kadar kolay olursa olsun bazı estetik değerlerin unutulmamasını umuyorum. Nasıl yapıldığından ziyade ne yapıldığı daha önemlidir.

Görüntü kalitesine önem vermek başka bir şey. Bazen cep telefonlarındaki görüntü kalitesizliğine ihtiyaç olabilir. O zaman ben de bu tür bir araç kullanmak isterim elbette.

Türkiye’de video art’ın şuandaki durumunu nasıl buluyorsunuz? Gelecekte neler öngörüyorsunuz?

Çevremde gerçekten yüksek bir üretim potansiyeli görüyorum ve gelecekten umutluyum.

Öteki olmanın, böyle nitelendirilmenin, biraz geriden gitmenin sıkıntısını hepimiz yaşıyoruz ama değişen bu dünyada artık sınırlardan biraz daha bağımsız olarak içinde bulunduğumuz bu ortak kültürün bir parçası olmaya başladık ve ilerde de yapacaklarımız bu alan içerisinde olacaktır. Bize ve geleceğimize inanıyorum.

Deniz Oktay/Öğrenci

Bugün video art alanında geldiğimiz noktayı nasıl değerlendiriyorsun? Ortaya çıkan işler yeterince tatmin edici mi?

Aslında bu daha bir başlangıç çünkü yurt dışında oldukça gerilerden gelinen bir süreç sonunda ulaşılan noktaya biz kısa bir süre içinde gelmeye çabalıyoruz. Bir yandan gelişmeleri takip ederken bir yandan da öğreniyoruz. Aslında tatmin edici olup olmadığını kendi içinde değerlendirmek gerekir, Türkiye’den çıkan işler aslında bu kısacık sürede önemli ölçüde ilerlemiştir ve hatta işler yurt dışına da açılmıştır. Genel bir bakışla koca bir pastanın ufak bir dilimiyiz ama azımsanabilecek türden denemez. Çünkü azimle bu pay büyümeye başladı. Ayrıca bu pay kendi içinde de oldukça çeşitli lezzetli bir pay, dilim denebilir. Okulların bu konuda katkısı büyük ve ilerde her şey daha da iyi olacak. Bunun sinyalleri şimdiden belli oluyor.


Bu bölümde okumanın ne gibi ne gibi avantaj ve dejavantajları var? Sanatsal
açıdan özgürlüğünüzün kısıtlandığını hissediyor musunuz?

Avantajı çok diyebilirim. Çünkü destek oluşuyor ve yapmak istediğiniz şeyi daha iyi yapabilmek için okuldasınız zaten. Dezavantajı belki şu olabilir, zaman bazen kişinin kendi için yapacağı işlere yetmiyor. Okula büyük zaman ayırmanız gerek çünkü. Ama ben kısıtlanma ya da dezavantajlığa inanmıyorum çünkü o zaman okumama tercihinde bulunulabilir pekala. Hem sanatsal açıdan yapacağınız çalışmaları kim engelleyebilir ki? Onlar sizin. Olsa olsa zamanınız biraz zorlanabilir. Evet bu oldukça kötü bir durum olabiliyor kimi zaman. Ama bunu bilip ona göre hazırlamak, yaymak gerek işte zamanı.


Dijital platformun genişlemesi, insanların evlerinde kendi sanatlarını kendilerinin yapmasına olanak verdi. Artık isteyen herkes basit bir program kullanarak birer yönetmen olabiliyor. Siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu gibi işler çoğaldıkça insanları kafalarının karışması ve iyiyi kötüyü ayırd edememeleri gibi riskler var mı?

Öyle bir risk olduğunu düşünmüyorum çünkü iyi isler kadar kötü işler de elbet çıkacaktır ve burada kurunun yanında yaş da yanar denemez. Hatta tam tersi, kötüler olmalı ki iyilerin değeri anlaşılsın. Bir çok iyi fikirli fakat olanağı olmayan beyin var. Onların da bu platformu kullanıp içlerindekileri ortaya çıkarmaları büyük bir fırsat. Hem yaptığından tatmin olan ya da iyi eleştiriler alan zevkle yapılan bir isin ustası, sanatını yapmaya devam eder, tam tersi olarak işlerinde bir tatminsizlik olan biri zaten bir zaman sonra devam etmez. Dediğim gibi pek de önemli değil yani. Önemli olan çok işin içinden iyi işlerin de çıkması. Hem kim bilir belki de bu kadar çok işin içinden bir çok iyi iş çıkar ve hepimiz için olumlu gelişmeler olur. Olumlu bakmak gerek biraz da.

Okuldan mezun olduğunuzda ne gibi işler yapmayı planlıyorsunuz?

Aslında piyasaya yönelik işler olmasını istiyorum. Ben biraz da zevkine ve maddiyatına önem veriyorum işin. Zevk aldığım ve beni maddi olarak da tatmin edebilecek bir şeyler. Ama ne olduğunu tam şu an söyleyemem. Bunun yanında her zaman için hayatımda kişisel projelerim var olacaktır eminim, onlar kişinin kendisini direkt olarak yansıtır ve nefes aldırtır.


Türkiye'de video art'ın şuandaki durumunu nasıl buluyorsunuz? Gelecekte neler öngörüyorsunuz?

Video art şu aralar oldukça popüler bir sanat dalı oldu Türkiye’de. Artık her daldan sanatçının uğraşı haline geldi. Basit bir tabirle, ressamlar örneğin, sadece boyalarla göstermiyorlar sanatlarını artık. Tek önemli olan tekniği doğru (rahatsız etmeyen düzeyde bir teknikle) fikri sağlam işlerin çıkması. Video art’ın genel sanat alanındaki pozisyonu gelecekte hızla tırmanacak. Çünkü ilk başlarda atılan büyük ve başarılı adımlar gelecek için güvenli bir gösterge. Arzu ve hırsın olduğu yeni bir dal çünkü bu.


Ece Ormanlı/Öğrenci

Özel okulların ardından Yıldız Teknik Üniversitesi’nde de video bölümü açıldı. Sen vdeo art’a gösterilen bu ilgiden memnun musun? Yapılan işler seni tatmin ediyor mu?

Bana göre tatmin kişilerin beklentileriyle ilgili göreceli bir kavram. Elbette Türkiye dahilinde yeni bir bakış açısı ve duruş video-art, bu sebeple özellikle devlet üniversitelerinde yeterli ekipman olmadığı ve bizlerin kendi imkanlarımız doğrultusunda bir şeyler ortaya koymaya çalıştığımız bir gerçek. Ancak yine de teknolojiye bağlı doğası nedeniyle gelişime açık bir sanat dalı olarak Türkiye açısından gelecek vaadediyor.


Peki, bu işin eğitimini okulda almanın, yaratıcılığın üzerinde bir kısıtlamaya yol açtığını düşünüyor musun?

Okuyan herkesin bildiği üzere her işin bir not olarak dönen karşılığı vardır. Bu sebeple kişinin istediği kadar verilen konuyu farklı görme biçimi olsa da öğretim görevlilerinin aktardığı sınırlar içerisinde kalmak kuşkusuz mecburidir. Buna tam olarak kısıtlama demek doğru olmaz ancak kısmen bir çerçeveleme sorunumuz var. Yaratıcılık öğrenim aşamasında
sınırlandırılıp geliştirildikçe, kurallar öğrenilip içselleştirildikçe aşılan eşik sonrasında sınırsız, kuralları bilerek yıkan ve tam anlamıyla yaratıcı işler ortaya çıkabiliyor.

Artık iyice iç içe geçen sanat türleri arasında neyin video art olduğunu anlamak nasıl mümkün sizce? Ya da ismini koymanın bir önemi var mı?

Bu soru biraz da evrensel tartışma konusu, neyin sanat olarak değerlendirilebileceği sorusunu beraberinde akla getiriyor. Sanat eseri yaratıcısının elinden çıktıktan sonra ondan ayrık, kendi bütünlüğü içinde değerlendirilebilecek bir kimliğe sahip olur, böylece eğer değerlendirmeyi
yapan kişi eseri sanat (ya da buradaki içeriğe uygun olarak video-art olarak) değerlendiriyorsa buna kim karşı çıkabilir ki? Bence hareketli-görsel içerikli bütün uygulamalarda video-art biraz da olsa işin içine girer ve bunu safçı bir yaklaşımla değerlendirmeye çalışmak etiketlemeye uğraşmakla eşdeğer olur. Sonuç olarak yine sınırlandırmayı getirir. Sanat sınırlandırılmamalıdır.

Cep telefonları da artık video çekiyor siz kullanıyor musunuz ya da kullanılmasına sıcak bakıyor musunuz?
Eğer teknik olarak görüntü kaydedebilecek tek alet elimdeki telefonsa ve aklıma bir fikir gelmiş ya da kaçırmak istemediğim bir enstantaneyle karşı karşıyaysam neden bunu kullanmayayım ki? Deneme tahtası haline gelen dijital hafızalarda sadece en iyi çekimi tutmak için silip yeniden kaydetmek yeterliyken; sırf canım istediği için, oyalanmak adına ya da daha hızlı sonuç almak için telefonla video çekmek bence kabul edilebilirin ötesinde bir fırsat sunuyor. Teknolojiyi yeni alanlarda yeni kapılar açtığı, teknik olarak yaratım sürecini desteklediği ve son aşamada da işin özünü oluşturan fikrin önemini vurguladığı için seviyorum.

CP