Sinemanın bol Oscar’lı ve filmleri bol gişe hasılatlı yönetmeni Steven Spielberg, bu kez herkesin boyunu aşan bir konuyu sinemaseverlerin karşısına dikiyor. 1972 yılında Münih Olimpiyat Köyü’nde 11 İsrailli sporcunun öldürülmesi ve sonrasında gelişen olayları beyazperdeye yansıtan yönetmen, konunun hala çözülememiş politik yönünü bir kenara bırakarak ‘’öldürmek’’ fiilinin insani boyutuyla ilgileniyor. Batı Almanya’nın Münih kentinde düzenlenen Olimpiyat Oyunları’nda Musevi asıllı yüzücü Mark Spitz’in yedinci altın madalyasını kazanmasından bir gün sonra Filistinli teröristlerin İsrailli sporcuların kaldığı kampı basarak İsrailli 11 sporcuyu öldürmesiyle sonuçlanan korkunç saldırıyı ve İsrail’in buna gecikmeden verdiği cevabı konu alan filmde, bu ‘’zor’’ görevi üstlenen intikam tugayının yaşadığı çelişkiler gözler önüne serilecek. Belki de filmden çıkanların kafasında ‘’Hangi ideal ülkü bir insanı öldürmenin verdiği acının önüne geçebilir?’’ sorusu uyanacak.
Filmde, Filistinli teröristleri öldürmek için oluşturulan İsrailli intikam grubunun liderliğini yapan Mossad ajanı rolünde aktör Eric Bana var. Bana, bugüne kadar oynadığı filmlerle belirli bir çizgi yakalamış; farklı rollerin hakkından başarıyla gelebilen bir oyuncu. 2003 yapımı yeşil yaratık ‘’Hulk’’ta Bruce Banner ve 2004 yapımı ‘’Troy’’ filminde Hector olarak karşımıza çıktıktan sonra hatırı sayılır oyuncu listesinde ilk sıralara doğru yola koyulmuştu. Özellikle Troy filminde Brad Pitt ve Orlando Bloom’un gölgesinde kalacağı düşünülürken, aksine büyük bir sükse yapmıştı.
‘’Münih’’ kadrosunda Eric Bana’nın yanı sıra Daniel Craig, Geoffrey Rush, Matheieu Kassovitz ve Ciaran Hinds gibi uluslar arası oyuncular yer alıyor. İzleyiciler, Ciaran Hinds’i ‘’The Phantom of the Opera’’ (Opera’daki Hayalet) filminden hatırlayacaktır. Ünlü İngiliz besteci Andrew Lloyd Webber’in müzikalinden sinemaya uyarlanan filmde Hinds, ‘’Firmin’’ rolünde karşımıza çıkmıştı.
Oyuncu seçiminde her zaman gerekli özeni gösteren Spielberg, bu filmde özelikle senarist seçiminde titiz davranmış. Senaryo yazımı için ilk olarak ‘’Forest Gump’’ ve ‘’The Insider’’ gibi gişede başarı göstermiş filmlerin senaristi Eric Roth’un kapısını çalan usta yönetmen, hemen ardından bu fikirden vazgeçiyor. Bu yan çizmenin altında yatan neden ise Roth’un senaryo diline egemen olan gerilimli hava. Başlı başına diken üstü bir konuya sahip olan ‘’Münih’’ filmini niteliği gereği sahip olduğu gerilimli havasından kurtarıp, daha dramatik ve yumuşak bir atmosferde çekmek isteyen Spielberg, bunun için “Angels in America” gibi duygusal çalışmasıyla tanınan Tony Kushner ile anlaştı. Burada nasıl bir farkla karşılaşılabileceğini filmin ilk 15 dakikasına egemen olan katliam görüntülerinden anlayabilirsiniz. Katliamın vahşi havasını izleyiciyi fazla zorlamadan nasıl verebileceğini kara kara düşünen yönetmen, çıkış yolunu senaryoyu hümanist Kushner’a devretmekte buluyor.
Büyük bir bütçeye sahip olan ve Oscar sezonuna yetiştirilen film ise başlı başına bir tartışma konusu. İsrail ve Filistin’in barış sürecinde perdeye yansıtılan film için Steven Spielberg eleştiri oklarına tutuldu. Her iki tarafa da yaranamayan yönetmen, filminin olabildiğince tarafsız olabilmesi için tarihi belgelerden ve o dönemi yaşamış olan insanların görüşlerinden yararlanmış. Ele aldığı konunun patlamaya hazır bir mayın tarlası olduğunun farkında olduğu için bununla da yetinmeyip, Haham’dan tutun da Amerikalı eski diplomat Dennis Rose’a kadar pek çok kişiden fikir almış. Hatta eski ABD Başkanı Bill Clinton da senaryoyu bizzat okuyarak Spielberg’e akıl hocalığı yapanlar arasında. Sadece bu isimlere bakarak bile ‘’Münih’’ filminin ne canşikar bir konuya sahip olduğu hakkında bir fikir edinilebilir.
Gerçi bilen bilir, hassas konulara dokunmak Steven Spielberg’in vazgeçemediği hobileri arasında yer alır. “E.T.: The Extra-Terrestrial” ve “Raiders of the Lost Ark” gibi fantastik filmlere imza attıktan sonra, ‘’biraz da riskli konulara el atayım’’ diye düşündüğünden midir bilinmez, soykırım olgusunu konu edinen “Schindler’s List’’ ve hemen ardından başka bir savaş filmi olan “Saving Private Ryan’’ ile karşımıza çıkmıştı. Özellikle “Saving Private Ryan’’ filminde izleyicinin sabır sınırlarını aşarak uzun süren kanlı sahneler çekmişti. Ancak bu iki politik film, Spielberg’in sinemasına yeni bir boyut kazandırdı. Artık karşımızda ‘’Jurassic Park’’, ‘’Hook’’, ‘’Jaws’’ gibi fantezi filmlerin dışında tamamen gerçek olaylara dayanan, insanları rahatsız eden ve toplumun hafızasının ayarlarıyla oynayan filmlerle duran, kısaca sinemanın her alanında varlık gösteren bir yönetmen olarak dikilmeye başladı.
Geçtiğimiz ay 59 yaşını deviren sinemanın ‘’dahi çocuğu’’nun ilk uzun metrajlı filmini 12 yaşında çektiğini düşünürsek bu kadar başarılı filmlere imza atmasını doğal karşılayabiliriz. Fesatlık yapmaya hiç gerek yok. 3 Oscar ödülü, 3 Oscar Ödül adaylığı ve 3 Directors Guild of America ödülü almasının manasını 3 rakamının Spielberg’in uğuru olmasında değil, sinemayla geçen 47 yıl içinde aramak gerekli.
Spielberg, hasılat rekorlarını elinde tutan yönetmen olma sıfatını ustalıkla kullandığı görsel efektler dışında, düşlerinizde bile göremeyeceğiniz hayal ürünü kahramanları gerçekmişcesine sinemaya yansıtmadaki ustalığıyla da kazandı. Drew Baryymore’un henüz erkeklerin hayallerini süsleyen bir kadın olmadan önce, minicik bir kız çocuğuyken çevirdiği ‘’E.T’’ filmini hatırlayın. O filmden sonra uzaylılarla arkadaş olmak için camlarda ufo bekleyen çocukların varlığı bile yönetmenin bu konudaki başarısına bir delalettir. Ya da ‘’Jaws’’ filmini izledikten sonra ayağını değil sığ denize, havuza sokamayan bir nesil de bu kapsamda örnek verilebilir.
Kıyamet gününden farkı olmayan bilimkurgu – gerilim filmi “War of the Worlds” başta olmak üzere, yönetmenin imza attığı bir çok film altın yumurtlayan tavuk misali gişe rekorları kırdı. Öte yandan oldukça vefalı bir kişilik olan Spielberg, bir başka ünlü yönetmen Stanley Kubrick'in ölmeden önce yıllarca üzerinde çalıştığı; ancak bir türlü çekimlerine başlayamadığı “Yapay Zeka - A.I. Artificial Intelligence” filmini bir Kubrick sorumluluğu edasıyla tamamlamayı başararak yine beklenen hasılatı yapmıştı.
Ancak tarafsızlığımızı koruyarak ustanın hüsranla sonuçlanan filmlerinin olduğunu da belirtelim.“ Empire of the Sun ” ve “ Always ” gibi aslında güzel konulara sahip olduğu halde izleyicinin ilgisini çekmeyen filmler de Spielberg sinemasında yer aldı. Ama bu dönem de kısa sürdü ve yönetmen 1989 yapımı “ Indiana Jones and the Last Crusade ” ile daha parlak günlerin yolunu açtı.
Sayısız sinema filminin yanı sıra çeşitli çizgi filmlere de imza atan Steven Spielberg, pc oyunlarından kafasını kaldıramayıp, dış dünyayla bağlantısını kesen oyun canavarlarıyla da tanışıyor. Sadece sinema yönetmenliğiyle yetinmeyen Spielberg, orijinal üç bilgisayar oyunu için Electronic Arts (EA) ile de bir sözleşme imzaladı. ‘’Münih’’ gibi ciddi işlerinin yanı sıra bundan böyle gelecek nesil oyunlar üzerine projeler yürütecek olan yönetmen "Oyun sektörünü incelerseniz eğlencenin odağında ve yeni fikirlere açık olduğunu görürsünüz.’’ diyerek bu sektöre de iyiden iyiye göz kırpıyor.
Ana konumuza geri dönerek Steven Spielberg’in son filmi ‘’Münih’’ üzerine yaptığı açıklamaya da yer verelim: “Tarihsel olaylara olup bittikten sonra geri dönüp bakmak kolaydır. Kolay olmayan ise, yaşanmış olayların o anları yaşayan insanlara nasıl göründüğünü gösterebilmektir. Münih katliamına İsrail’in verdiği cevabı bugüne kadar hep politik veya askeri terimlerle düşündük. O trajedinin intikamını almak üzere görevlendirilmiş insanların gözünden bakmak, bu korkunç olaya insani boyut ekleyecektir. O insanların üstlendiği görevi başarırken ne kadar acımasız bir çözüme başvurduğunu canlandırırsak, yapılan eylemin doğruluğu konusunda kuşkuların doğmasına yol açabiliriz. Bu sayede, günümüzde ulaştığımız trajik ilgisizlik konusunda önemli şeyler öğrenebileceğimize inanıyorum.” diyor usta. İzleyelim ve görelim. Belki de filmi izledikten sonra trajik ilgisizliğimiz nihai sona ulaşır. Kim bilir?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder